Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından, medya içeriklerinin toplumsal yapı üzerindeki etkilerini ele almak amacıyla (29-30 Nisan'da) "Güçlü Medya, Bilinçli Toplum Zirvesi" düzenleniyor. Bu önemli zirve, “Güçlü Medya” yerine, “Ahlaklı Medya” adı altında düzenlense daha anlamlı olurdu.
Basın Ahlak Yasası diye bir yasa var. Bazı hükümleri şöyle:
• Gazetecilik mesleği, kişisel yarar için ve kamu zararına kullanılamaz.
• Ahlaka aykırı ve müstehcen yayın yapılamaz.
• Şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz, kişi ve kurumlar aleyhinde iftirada bulunulamaz.
• Din istismar edilemez.
• Haberler doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz.
• Taraf tutan fikirler haber metninde verilemez.
• Yayınlanmamak kaydıyla verilen bilgiler yayınlanamaz.
• Yanlış yayınlar dolayısıyla gönderilen tekzipler en kısa zamanda yayınlanır.
Bu hükümler harfiyen uygulanıyor mu?
Cevap: Hayır…
Geçmişte özelikle ülkemizin önde gelen gazeteleri hükümet devirip, hükümet kuracak kadar güçlüydüler. Attıkları manşetlerle darbecilerin meşru hükümetleri devirmelerine çanak tuttular. Bazı ünlü gazeteciler medyanın onlara sağladığı gücü bir silah gibi kullandı. TV kanallarında program yapan ünlü isimler gizli kameralarla kişilerin özel hayatlarını deşifre edip, intahar etmelerine sebep oldular.
Medyayı silah olarak kullanmak anlayışı günümüzde özelikle sosyal medyada sürdürülüyor. Ahlaksız, belden aşağı, iftiralarla dolu yayınlar, paylaşımlar yapılıyor.
MEDYA İMPARATORLARININ TAHTLARI YIKILDI
Hürriyet Gurubunun eski sahibi bir dönemin “Medya İmparatoru” Erol Simavi’nin söylediği şu sözler dikkat çekici: “Basına, Batı âleminde Yasama Yürütme ve Yargı'dan sonra dördüncü kuvvet derler ama,Türkiye için bu yanlıştır. Türkiye'de en kudretli kurum ordudur ama,basın dördüncü değil birinci kuvvet makamındadır. Çünkü ihtilallere orduyu basın hazırlar.”
Geçmişte medyanın gücünü elinde tutanların bakışı böyleydi. Kendilerini “Devlet” gibi görenlerin tahtları, Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde yıkıldı. Türkiye’yi vesayetle yönetmeye alışanların hevesleri kursaklarında kaldı.
Recep Tayyip Erdoğan, “Muhafazakâr Devrimci” kimliğiyle sistemi değiştirdi. Devlet kurumlarıyla, milleti kaynaştırdı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni, başka bir deyimle “Başkanlık” sistemini devlet yönetimi olarak kabul ettirdi. Rahmetli Turgut Özal dahil geçmişte bir çok liderin arzu edip de hayata geçiremediği bu güçlü liderlik ve yönetim sistemini Erdoğan hayata geçirdi.
Hem de bunu gayet demokratik bir şekilde ve milletin iradesiyle başardı. Devlet içinde kendini “devlet gibi gören”, darbeler yapıp, muhtıralar veren kurumların başındaki kişiler bugün adalete hesap veriyorlar. Bu kurumlar şimdi hukuk kuralları çerçevesinde asli görevlerini yapmaya başladılar ve devletin yeni yönetim anlayışını benimsediler.
Darbeler ve Medya
Amerikalı siyasetçi ve insan hakları savunucusu Malcolm X, (Müslüman olup, hacca gittikten sonra El-Hacc Malik eş-Şabaz adını aldı.) 21 Şubat 1965’de 39 yaşında New York’da uğradığı silahlı bir suikastte öldürüldü. Onun medya ile ilgili oldukça ilginç bir sözü var. Şöyle diyor Malcolm X; “Eğer dikkat etmezseniz medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur!”
Medya konusunda Malcolm X tarafından ifade edilen bu görüş, Türkiye’de nasıl bir tabloyu karşımıza çıkarıyor? Özellikle darbelerin oluşumunda medyanın rolü ne oldu?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960’da ilk kez askeri darbe ile tanıştı ve darbe sonrasında Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildiler. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin zemininin oluşumunda dönemin medyası ise kışkırtıcı ve darbeye alkış tutan taraflı bir rol üstlendi. Dönemin gazetelerinde yapılan rahmetli Başbakan Menderes’e isnat edilen uyduruk haberlerlerle 1960 darbesine toplumsal bir zemin hazırlandı. Halk sokak eylemleri için teşvik edildi. Ülkede güvensizlik ortamı oluşturulup, darbecilere davetiye çıkarıldı. Genel Kurmay Başkanı Cemal Gürsel ve önde gelen subaylar 27 Mayıs darbesini bir “Kurtarıcı” gibi gerçekleştirdi. Türkiye, başbakan ve bakanları asan bir ülke olarak tarihe geçti. Sonradan anlıyoruz ki, darbenin arkasındaki güç; ABD ve CİA idi. Türk medyası da bu gücün oyununa geldi.
12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde İstanbul’da Üniversite öğrencisiydim. Hergün gazetesinde muhabir olarak çalışıyordum. Hem bir basın mensubu, hem de bir öğrenci olarak o döneme şahitlik ettim. Özellikle Türk gençliği üzerinde kirli bir oyun tezgahlandı. Sağcı-Solcu diye gençlerimiz ideolojik kamplara ayrılıp, birebirlerine düşman yapıldı. Sağcı veya solcu, bir birini tanımadıkları halde, aralarında fikir ayrıldığından başka bir neden olmadığı halde, gençleri sokak ortasında birebirlerini hiç düşünmeden öldüren silahlı bir mekanizma haline getirdiler. Bir genç öldürüldüğünde gazetede manşetten veriliyordu. Sonra öyle bir hal aldı ki, her gün sağdan soldan onlarca genç öldürülüyor ve o zaman manşet haber olurdu. Hangi şehirde, kimler öldürülmüş, o gençlerin adları da gazetede iç sayfada haber sütunlarında sıralanırdı. Siyaset tıkanmış, meclis Cumhurbaşkanını seçemez hale gelmişti.
Medya, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinde olduğu gibi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin oluşumu için zemin hazırlamaya başladı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları 12 Eylül 1980’de darbeyi yaptı ve yönetime el koydu.
1970-80 dönemi arasında 30 binden fazla genç hayatını kaybetmiş, binlercesi yaralanmış ve hapislerde işkence görmüştü. En acısı da, Türkiye’nin gençlik umutları yok edilerek, ülkemizin pozitif geleceği yok edildi. Kenan Evren, “Bir sağdan astık, bir soldan” diyerek bu ülkenin gençlerini nasıl ipe götürdüklerini söylerken acaba yüreği hiç sızladı mı?
1960 askeri darbesindeki gibi, 1980 darbesini yaptıran üst akılın müttefik bildiğimiz ABD ve CIA olduğu apaçık ortada. 1971 muhtırası, 28 Şubat 1997 muhtırası, 27 Nisan 2007 e-muhtırası, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi hepsi bu üst aklın ürünleri.
Biz sağ görüşlü öğrenciler olarak üniversite yıllarında “Komünistler Moskova” diye sloganlar atardık. Tehlike Rusya’dan değil, hep de müttefikimiz olan ABD’den geldi.
Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu, 28 Şubat sürecine ilişkin, "Medya, askerin çıkışlarını bir darbe tehdidi olarak sistematik bir biçimde topluma yansıtmıştır. Özellikle Genelkurmayın basına ve yargıya verdiği brifingler. Basın orada biraz askerin elindeki silah rolünü, yani size doğrultulmuş silahın sıkılmayan ama tehdit eden silahın rolünü oynamıştır” diyor.
15 Temmuz darbe girişimini ayrı tutarsak, 1960’dan bu yan gerçekleştirilen darbeler, muhtıralar, darbe girişimleri ve gezi gibi sözde toplumsal hareketlerde medyamız iyi bir sınav vermedi. Yabancı medyanın ve ajanların kışkırtmalarıyla bu toplumsal hareketlerin meşru zemininden saptırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun en son örneğini Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması olayında yaşadık.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ VE MEDYANIN ROLÜ
Yazılı ve görsel medyanın çeşitlenmesi, dijital ve sosyal medyanın gelişmesi ile medyanın darbelerdeki rolü de değişti.
15 Temmuz darbe girişiminde medyanın çeşitliliği ve sosyal medya sayesinde yalan haberler anında ortaya çıktı ve darbeye karşı toplumsal bir direniş gerçekleşti.
15 temmuz 2016 darbe girişimi gecesi ve 16 temmuz günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanlığı Twitter hesabından atılan tweetler krıtik rol oynadı. Televizyon kanalları, internet siteleri çok hızlı bir şekilde darbe karşıtı olarak harekete geçti ve hükümetin yanında yer aldı.
CNN Türk kanalında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ile canlı bağlantı yapan gazeteci Hande Fırat ve Abdülkadir Selvi cesur ve başarılı bir gazetecilik örneği sergilediler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu canlı yayında verdiği mesajlar ve halkı darbecilere karşı meydanlara davet etmesi, 15 Temmuz darbe girişimini etkisiz hale getirdi.
SON SÖZ: Medya güçlü mü olmalı, ahlaklı mı olmalı? Bence bu sorunun cevabı; “Ahlaklı” olmalı…