Ekonomik büyüme; çeyrek, yarı yıl veya yıllık gibi belirli bir zaman dilimi içerisinde bir ülkenin ürettiği mal ve hizmetlerin parasal değeridir ki buna gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) deniyor.

GSYH ekonomik gidişata göre artıyor veya azalıyor. GSYH’de üretim, harcama ve gelir yöntemi olmak üzere 3 ayrı hesaplama şekli var. Türkiye’nin GSYH hesaplama sürecini yöneten Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) üretim yöntemiyle hesaplamayı temel kabul ediyor.

Diğer taraftan büyümeyi, kalkınma ile karıştırmamak lazım. Ekonomik büyüme bir ülkenin gayri safi yurt içi hasılasındaki dönemsel artış. Kalkınma ise ülkenin sanayi kurumlarındaki büyüme, teknolojideki gelişme, gelir dağılımındaki adalet, fırsat eşitliği ve iş gücündeki kalitenin yükselmesi anlamına geliyor. Ekonomik büyüme, kalkınma olmadan gerçekleşebiliyor ancak kalkınma olması için GSYH’in artması mutlak...

2020 yılının başında ortaya çıkan kovid salgını öncesi ABD – Çin merkezli ticaret savaşlarıyla başlayan, pandemiyle zirve yapan ve 2023 yılı itibariyle ağırlığını giderek hissettiren resesyon ise ekonominin daralması. GSYH’de üst üste iki çeyrek süren küçülme resesyon olarak tanımlanıyor. BÜYÜME İŞİNİ ÖĞRENDİK AMA… Büyüme ve resesyonu tanıdıktan sonra ülkemizin ekonomisi hakikaten ilginç bir trend izliyor…

Son fotoğraf şöyle: Türkiye dünyanın daraldığı 2020 yılında dahi yüzde 1,8 büyümüş. Pandemiden çıkılan 2021 senesinde ekonomi yüzde 11,4 ile zirve yapmış ve 2022’nin tamamında GSYH yüzde 5,6 artış kaydetmişti. Ülkemiz tüm olumsuzluklara rağmen 2023 yılının ilk çeyreğinde de yüzde 4 büyümesini bildi. 2019 ve öncesi yıllarda yine büyüme açısından dünya ile yarışıyorduk. Yani bu büyüme işini iyice öğrendik… Mamafih bize kimse “Türkiye büyüyemez” diyemiyor. Ülkemizdeki büyümeler gösteriyor ki bugün hakikaten özel sektör dinamizmi parmak ısırtıyor.

Büyümede Kredi Garanti Fonu (KGF), vergi indirimleri, kredi teşvikleri müthiş işler yapıyor. Ancak büyürken maalesef enflasyon üretiyoruz, işte işin kötü tarafı burası… Büyürken yükselen enflasyon ekonomik dengemizi altüst ediyor. Onun için yüksek enflasyonu hayatımızdan bir daha geri gelmemek üzere tamamen çıkarmalıyız.

KİMSEYİ CDS’LERİMİZLE OYNATMAYALIM

Enflasyonun müsebbibi ilk etapta döviz kuru ve faizler gibi görünse de asıl sebep cari açık, yüksek borçlanma gereği ve israf. Söz konusu olumsuzluklarla ortaya çıkan kur riskini, kur kırılganlık ve bağımlılığını, enerji maliyetlerini ortadan kaldırdığımızda inanın, ne cari açık kalacak, ne faiz riski oluşacak, ne de Türk Lirası’na yönelik endişeler kapımızı çalacak. Enflasyon normal seviyelere geldiğinde; faizler düşecek... Herkes Türkiye’ye yatırım yapmak için sıraya geçecek. Verimlilik ve katma değer artacak...

Dış ticaret fazlaya dönecek... Böylece risk iştahının arttığı ortamda özellikle doğrudan yatırımlara ve ihracata dayalı büyümeler Türkiye’de reel ekonomiyi şaha kaldıracak. Tabii madalyonun diğer yüzü sıkıntılı… Gelişen ülkelerde ortalama enflasyon yüzde 4’lerde gezinirken, bizde 10 katı oran olması düşündürücü. Para gözler de Türkiye’deki çift haneli enflasyonu yüksek kazançlar için ciddi ciddi kullanıyor, unutmayalım. Bu kesimler sürekli Türkiye’deki enflasyonu planlı olarak dünyadaki yatırımcı gündemine taşıyarak, ülkenin CDS’lerini ve beraberinde faizleri yükseltme gayretindeler... Dolayısıyla enflasyon oluşturan ekonomideki bu sorunlar mutlaka ortadan kaldırmalı! Fiyat istikrarını sağlayan politikalara hız verme ve düşük enflasyonu ekonomiye enjekte etmenin tam zamanı, demek istiyorum.

Eğer gelişen ülkelerde enflasyon ortalaması yüzde 4’lerde ise biz de Türkiye’de enflasyonu en az yüzde 5’lerin altına sabitlememiz gerekiyor. Ekonominin başındaki Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i geçen yıllarda hükümetteyken borçlanmalar dahil dövize yönelik uygulamalarından tanıyoruz. Yılsonuna kadar mali disiplinden taviz vermeyecek Orta Vadeli Program (OVP) dahilinde enflasyon, kur, büyüme, istihdam gibi hedeflerin tutturulması Türkiye’ye nefes aldıracak diye düşünüyorum.

ENFLASYONU TETİKLEYEN GERÇEK

Ekonomide buzdağının görünen tepesi enflasyon… Enflasyonu tetikleyen de, kamu ve özel sektörün yüksek borçlanma ihtiyacı ve özellikle dövizle borçlanma ve ödeme talebinin kurları yukarı itelemede alanlar açması! Sonrası zaten manipülatör veya spekülatörler için meydan hazır… Peki enflasyonu nasıl düşüreceğiz?.. Buzdağına tepeden aşağı değil de, aşağıdan tepeye doğru bakıldığında sanki çözüm kendiliğinden ortaya çıkıyor… Bilhassa ithalatın itelediği borçlanma ihtiyacı azaltılırsa, kurların gerilemesiyle birlikte enflasyon da bir gerileme söz konusu olabilir.

“İyi de GSYH artışı için taviz vermiyoruz. Büyüme yolunda bu kadar yatırım finans beklerken, insanlar iş ve aş isterken borçlanma gereği nasıl azaltılacak?” diye sorulabilir… Cevabı şu: Büyümeleri daha makul çerçevede gerçekleştirmek için tasarrufa önem vereceğiz… Bütün dünya sürdürülebilirlikten bahsederken bizim de herhalde israfı halletmemiz gerekecek. Devamında şayet büyüme için tasarruflarımız yetmezse kesinlikle faiz tuzağına düşmeyeceğiz. Eski defterlerde yazılı olan borç-faiz kısır döngüsüne tamah sarkıtmayacağız!..

RİSK SERMAYESİNİ BİLEN VAR MI?

Finansman konusunda mutlaka yeni üretilecek faizsiz enstrümanların devreye alınması için uğraşacağız… Her sektör kendi imkânını, gayretini, varını yoğunu bu alanda genişletmesi gerekiyor. Üretilen değerin ve emeğin büyük bölümü, finansman sağlayan mecralara aktarılmamalı. Türkiye ekonomisi, yatırımları, girişimleri, işletmeleri destekleyen üretim odaklı finansal modeller ile geliştiren bir sermaye fonunu kesinlikle oluşturmalı. Öncelikle söyleyeyim… “Risk sermayesinin açamadığı kapı yok”… Risk sermayesi şu: “Kendine sermaye arayan şirketlerin ve yeni fikirlerin, kendine yatırım yapabilecek risk almaya hazır finansörler ile buluşması…” Yani, risk sermayesi, büyüme potansiyeline sahip girişimlere yapılan yatırımı ifade ediyor. Risk sermayesi yatırımı yapan şirketlere risk (girişim) sermayesi şirketleri adı veriliyor.

Türk iş dünyası, finansman oluşturacak bu alanlarda en büyük adımı yeni kabineden bekliyor desek yanlış olmaz. SAVAŞI HENÜZ KAZANAMADIK Enflasyonun yükseldiği, dövizin ve faizlerin tutulamadığı, cari açığın giderek arttığı Türkiye’de acaba sürekli savaş halinde olduğumuz dolarizasyon hangi seviyede? Türkiye Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemi yürürlüğe gireliden bu yana dövize olan bağımlılığını az da olsa azaltsa da dolarizasyonla savaşını henüz kazanabilmiş değil. Rakamlar ortada… Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından açıklanan verilere göre,

175 milyar 462,6 milyon dolar olan yurt içi yerleşiklerin döviz mevduatı 9 Haziran ile sona eren haftada 173 milyar 674,20 milyon dolara geldi. Söz konusu rakam iki yıl önce 2021 Mart ayı sonu itibariyle 230 milyar dolar seviyesindeydi. İki yılda gelinen nokta fena değil ama, daha gidilecek çok yol var… Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemiyle bir şeyler yapılmaya çalışıldı. Şimdi yeni ürünlere ihtiyaç var. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) 9 Haziran haftasına göre KKM hesaplarının toplamı 2 trilyon 576 milyar TL’ye yükseldi. Bir hafta içinde hesaplarda 42,3 milyar TL’lik artış azımsanamaz.

Demek ki dövizden TL’ye kaçış ve KKM’ye ilgi sürüyor. KKM’de bu yıl 31 Mart’ta faiz üst sınırı kaldırılmıştı. Alınan kararla KKM’lerde asgari faiz oranı politika faiz oranında olmaya devam ederken, üst sınırı bankalar belirlemeye başlamıştı. Bu karardan önce yüzde 11,5 olan KKM faizi bu hafta itibarıyla ortalama yüzde 40’ın üzerine çıkmıştı. Dolayısıyla Türk ekonomisini dolarizasyondan, daha doğrusu dolarizasyon histerisinden kurtaracak yeni adımlar, fikirler, modeller, uygulamalar piyasalardaki yabancı para hırsını törpüleyecek, Türk Lirası’na güveni artıracak ve böylece makro ekonomik dengeler normalleşecek. Öyle tahmin ediyor ve umuyoruz…