Değerli okuyucularımız;ülkemizde yaşanan doğal afet sonucu hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm milletimize baş sağlığı ve sabırlar, hasta ve yaralı vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.

Ülkece öyle zor dönemlerden geçiyoruz ki; hayatın günlük rutinleri bile zor gelmeye başladı. Yemek, içmek ve uyumak bile...

Bir yandan hayat akarken, bazen bize rağmen aktığını bazen bizim de onunla aktığımızı fark ediyoruz.

Hayatımızda bizim için çok önemli ya da anlamlı olan birçok şey ya anlamını yitirdi ya da gerçek anlamlı konular ile yer değiştirdi.

Bu süreçte insanlığımızı, istersek kavga etmeden,ayrışmadan, o-bu, sen-ben demeden birlik olabildiğimizi, el ele verince ne güzel bir millet olduğumuzu, acıların aslında hepimizin ciğerini yaktığını, sıkıntıların hepimizi sarstığını, birinin canı acıyınca aslında bizim de canımızın ne kadar yandığını gördük!

Hüzünleri, dertleri, acıları, kederleri ve tüm deprem bölgesindeki canların derin üzüntülerini paylaştık. Yediğimiz lokmayı, suyumuzu, aşımızı, kıyafetlerimizi, yorganımızı, yatak-döşeklerimizi, elimizde ne varsa; gücümüzü, sevgimizi, sesimizi ve soluğumuzu paylaştık. Tüm dünyadan birçok ülke hayycanları ile birlikte kurtarma ekiplerini gönderdi. Bize düşman sandığımız birçok ülkenin acıda birleştiğini ve aslında ülkemize yardım eli uzatacak kadar insani, barışçıl ve dost olabildiklerini gördük. Sanki bir anda biz insanların oluşturduğu o sınırlar kalktı... Düşmanlıklar kalktı....Hırslar ve saldırılar kalktı.... Paylaşım arttı... Dostluk arttı... Barış arttı... Kardeşlik arttı... İsteyince ne güzel kardeş ve dost olabildiğimizi ve barış içinde yardımsever ülkeler ve insanlar olabildiğimizi gördük. Bazen kızdık da... O niye öyle dedik... Bu niye böyle dedik... Az dedik... Çok dedik...  Ama birbirimize sıkıca sarılmaya devam ettik... Bu yaşanan öyle bir acı ki; tarifi yok! Hepimiz korktuk... Hepimiz çaresiz kaldık... Hepimiz ağladık! Ve hepimiz; insanlığımıza kızdık... Ama bir o kadar da insanlığımızı hatırladık... Keşke dünya ve insanlık böyle afetler ve böyle acılar olmadan da insanlığını hatırlayabilse... Tek yürek olabilse...Ama acıdan öğrenmek gibi bir gerçek de var öyle değil mi...

Malesef acıdan öğrenen insan sayısı bazen çok daha fazla olabiliyor toplumlarda. Fakat bazen böyle acılardan dahi ders çıkaramayanlar oluyor. Mimar Tansel Dalgalı’nın kendisinin izni ile Arkitera’da paylaştığı yazısından küçük özetlediğim bir bölüm aktarmak istiyorum sizlere... “Ageometretos medeis eisito! Geometri bilmeyen giremez!” “Platon’un Academia’sının girişindeki meşhur yazıyı bilirsiniz. “Geometri bilmeyen giremez.”, yazar. Platon burada sanki lisede gördüğümüz geometriden bahsediyor gibi dursa da aslında davet ettiği insanlarda aradığı şey biraz daha derindir. Demek istediği daha çok “matematiksel olanı kavramamış olan giremez” dir.

Platon, doğanın temelinde de geometri ve matematik olduğunu düşünüyordu. Beş düzgün çok yüzlü (dört yüzlü, küp, sekiz yüzlü, on iki yüzlü ve yirmi yüzlü olarak isimlendirilen Platonik Cisimler) dünyayı oluşturan beş elementin kökeniydi ona göre. Antik Yunan evreni ikiye ayırmıştı. Dünyadan aya kadar olan kısım yeryüzü iken sonrası Kozmos’tu. Ve Kozmos da; ancak matematik ve geometri ile tanımlanabilen ve mükemmeli temsil edendi. Platon ahlak felsefesini de hocası Sokrates’ten miras alıp geometrik bir evrenselliğe oturtmuştu. O yüzden matematik ve geometri ile ilgilenmek demek dünyayı ve evreni anlamaya çalışmak, varoluş üzerine düşünmek ve evrensel bir ahlak yasası üzerinde hareket etmek demekti aynı zamanda. Ve eğer öyle biri değilseniz, Antik Yunan’da pek de muteber biri sayılmazdınız. Çünkü dünyevi işlerde “el ile uğraş” zaman kaybından başka bir şey değildi. Görülüyor ki; şuan eksik olan şeylerden ikisi de; matematik ve geometri... Ama sadece mühendislerin uhdesinde olan işlemler kümesinden bahsetmiyoruz. Academia’da öğretildiği şekli ile dünyanın,  kozmosun, varoluşun, etiğin ve ahlakın strüktürü olan geometriden bahsediyoruz. Çünkü yaşadığımız acının gösterdiği üzere ne yönetmelikler, ne de kanunlar bizleri insanın bilgisinden ve ahlakından daha fazla koruyamıyor.”

Zaten gelişme ve ilerleme de böyle olmuyor mu...? Ancak ahlaklı bir bilimden... Ders çıkarma yetisinden... Farklı disiplinler arası bağlantı kurabilmekten... (Aslında aralarında halihazırda var olan bağı görebilmekten.) Çıkarım yapabilmekten... Uygulamaya geçirebilmekten... Her zaman daha iyisini yapmaya çalışarak... Ve bu iyilikleri tüm insanlığa sunarak... “Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem”, bu konuyu çok güzel açıklıyor: “insani, ekolojik, ekonomik ya da karmaşık başka bir boyutu olan bir gerçeğe tek bir disiplinden, tek bir cevapla, tek bir soruyla yaklaşmanız zaten mümkün değil. Onun için işin özünde çok disiplinli bir yaklaşımın gerekliliği yatıyor.” Kadim medeniyetimizde de; bilgi bütünlüğü ve meseleye bütüncül açıdan bakmak en önemli bakış açılarından biriydi. Gazzali, Farabi, İbn Haldun gibi tarihimizdeki değerli alimler kitaplarına önce varlık meselesiyle başlamış, sonra insanı bize anlatmış, sonra konunun özünü anlatmış. Dolayısıyla kültürümüzde ve tarihimizde de; meselenin küllüne vakıf olmak dediğimiz bir bakış açısı var.

Neden Gerekli?

Mesela bir doktor, insanda bir hastalığı iyi ederken, o insanda başka bir sürü yan etkiler çıkabiliyor. Bir süre antibiyotik kullananların mikrobiyotasının bozulması gibi... Ya da bazı ilaçların uzun süre kullanımının böbreklere zarar vermesi gibi... Ya da ruhsal bir hastalığın ilaç ile tedavi edilmesi fakat hiçbir içsel travmanın çözülmeye çalışılmaması sonucu o ilaca bağımlı kalmak gibi... Ki günümüzde depresyon ilacı artık toplumun çoğunluğu tarafından şeker gibi yutulmakta... Oysa meseleye komple bakmak gerekiyor. Farabi, İbn-i Sina, Harezmi, Biruni gibi alimlere baktığımızda meselelere birçok açıdan ve bütünsel olarak baktıklarını görüyoruz. Peki disiplinler arası bağlantı kuramamanın ve bütünsel bakış açısına sahip olamamanın dezavantajları nelerdir? Bütünsel ya da holistik bakış açısına sahip olmayan bireylerde ya da toplumlarda; hiper-gerçekliğe uyumlanma çok daha kolay oluyor -ki günümüzde olduğu gibi... Çünkü olaylar, özneler ve nesneler arasındaki bağlantı kurulamıyor. Dolaysıyla doğru bir çıkarım yapılamıyor. Ya da sorunları çözerken farklı disiplinlerden ve bilimlerden faydalanılmadığı için tek yönlü ve sığ bakış açılarıyla olaylara bakılarak, kısıtlı sonuçlara ve yetersiz çözümlere ulaşılıyor. 

Dolayısıyla bu, gerçeklikten kopmaya sebep oluyor. Gerçeklikten gittikçe uzaklaşarak, gerçek olan ile sanal- sahte olan arasındaki farkı ayırt edilemez hale geliyor. Böylece simülasyon olan da gerçek gibi algılanıp, çok daha kolay bir şekilde ona bağlanılıyor. Baudrillard’a göre, postmodern toplumlara yani günümüz toplumlarına dair olan bu hiper-gerçeklik evresine geçişin belirli evreleri var. Ona göre; beşeri kültürde göstergeler, dört evrede gelişmekte…  Birinci evre; sözcüklerle imgelerin gerçekliğin yansımaları olarak geliştirildiği evredir. 

İkinci evre; sözcükler ve imgeler, artık hakikati süslemeye, abartmaya ve hatta çarpıtmaya başlarlar. Tüm bunlara rağmen gerçeklikten kesin bir kopuş söz konusu olmadığı için bu sözcükler ve imgeler, gerçekliği yansıtmaya ve sembolleştirmeye bir şekilde devam ederler. Üçüncü ve dördüncü evrelerde ise; sözcükler, imgeler ve simülasyon artık gerçekliğin yerini almıştır.

Dolayısıyla artık sembolik bir topluma geçilir. Bu toplum, sözcükler, imgeler ve semboller ile gerçek olan arasında hiçbir ilişkinin kalmadığı, insan ilişkilerinin bile sadece sembolik ilişkilere dönüştüğü simülasyon toplumudur. Bu toplumda epistemolojik bir hakikat veya gerçeklikten bahsetmek artık mümkün değildir. Ele geçirilebilecek tek gerçeklik; artık hiper-gerçekliktir. Ve artık herşey kusursuz gibi sunulmaya başlanmıştır. Ama gerçek; öyle değildir. 

Baudrillard, bu noktada önemli bir gerçeği bizlere hatırlatıyor: “ Ne dünya, ne insan ve ne de insan yapımı dünyamız gerçekte kusursuz değildir. Aslında dünya, gerçekliğini bu kusurlu halinden almaktadır. Dünya bütün halleriyle mükemmel değildir. Bu mükemmellik veya kusursuzluk sadece simüle edilmiş şeylerde bulunur. Simüle edilmemiş şeylerde rastlantı ve kusurluluk vardır.”

Gelin bu yaklaşımı bir de başka bir literatürden, matematiksel açıdan ele alalım. Üniversite birinci sınıfta hepimizin zorunlu olarak aldığı istatistik dersinden... İstatiksel uygulamalarda da çoğu zaman rastlantı değişkenlerinin fonksiyonlarıyla ilgilenilir. Zaten bilinmeyen parametreye bağlı olmayan bir ya da daha çok rastlantı değişkeninin fonksiyonuna “istatistik”denir. En basit istatistik kavramlar bile bir rastlantı değişkeninin fonksiyonu olduğundan, bu kavramın istatistik teorisi açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Raslantı değişkenleri ile dağılımlar arasında çeşitli matematiksel ilişkiler kurarak tek bir olasılık dağılımından bir çok olasılık dağılımı elde edilebilmektedir. Böylece de dağılımlar arası bir bütünlük sağlanmış olur.

Başka bir örnek de; tıp, sosyoloji, antropoloji ve psikoloji gibi farklı disiplinler arasında bağ kurarak verelim. 

Örneğin “ahlak” kavramını ele alalım. Ahlak dediğimiz konu; aslında biyolojik evrimimizden kök almaktadır.Bununla beraber tek yönlü açıklanamayacak kadar zaman içerisinde karmaşıklaşmış ve bazı ahlaki değerler; zamana, ülkeye, bölgeye, kültüre, sosyo-ekonomik koşullara, gelenek ve göreneklere bağlı olarak değişebilmiştir. Eğer konuyu salt biyolojik ya da dinî veya sosyolojik açıdan ele alırsak hata ederiz.

Tıbbî açıdan ele alırsak; beyin görüntüleme tekniklerinden ve çeşitli deneyler ile elde edilen bulgulardan ortaya çıkan sonuç: “ahlaki bir yargıya varılırken beynimizin en ilkel dürtüsü olan tiksinme duygusundan temel olarak yararlanılmakta” olduğu... Hutcherson, Montaser-Kouhsari 9 Eylül 2015’te The Journal of Neuroscience’ta yayımlanmış olan makalelerinde ahlakın beyinde nasıl temsil edildiğini ve bütüncül ahlaki bir yargıya varılırken, ahlakın beyinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu, yaptıkları bir deney ile açıklamışlardır.

Çıkan sonuçta; duygusal değerlendirme (Emotional Rating) kısmında beynin insula, STG ve ACC bölümleri daha aktifken, faydacı (deneğin kendi çıkarına uyan bir yönde karar vermesi) değerlendirme (Utilitarian Rating) yapılırken beynin temporal/paryetal kesişim yeri (TPJ) ve dorsomedial prefrontal korteks (dmPFC) aktivitesinde artış gözlemlenmiştir.

Ahlak’a psikolojik açıdan bakar isek; 2004’te Phillips ve 2003’te de Wicker tarafından yapılan iki ayrı çalışma, Hutcherson ve Montaser-Kouhsari ve ekiplerinin çalışmalarını desteklemektedir. Bu deneylerde tiksinme ve nefret ifadesini taşıyan yüzlere bakmaları istenilen deneklerin STG’lerinde büyük bir hareketlenme olduğu belgelenmiştir.

Bu literatüre göre, ahlaki ikilemler karşısında duygusal değerlendirme sonucu hem orta insulanın hem de STG’nin bu beyinsel hareketliliğe dahil olması, ahlaken doğru bulmama ile tiksinme süreci arasındaki ortak sinirsel bir işarete kanıt olmuştur.

Sosyolojik ve Antropolojik açıdan bakar isek; “akraba seçilimi teorisi” buna en güzel örnektir.Pek çok canlı türünde yakın akrabalarına karşı daha özgeci, daha korumacı, daha yardımsever davranma eğilimi görülmektedir. Bu kuram, genetik olarak birbirlerine benzeyen ve/veya yakın olan bireylerin, başkalarına oranla birbirleriyle daha çok karşılıklı yardımlaştığını öne sürer. Ahlaki açıdan aslında yanlış olan bir çeşit akrabalarını kayırma davranışı gösterdiklerini vurgular. Karıncalarda ve böceklerde bulunan yüksek düzeyde özgecil davranış, akraba seçilimi teorisine uygundur çünkü genetik olarak çoğu türden çok daha yakın akrabadırlar.

Bu kuram; aslında Richard Dawkins'in başını çektiği "Bencil Gen Kuramı"na da dayanmaktadır. Bu kurama göre genler; bedenleri kullanan virüsler gibidir. Tek amaçları hayatta kalmak ve kendilerini çoğaltmaktır. Her gen arasında rekabet vardır ve dolayısıyla günümüzde gördüğümüz yaşam mücadelesi doğada da bulunmaktadır.

Bu yüzden genler, kendilerine benzeyen gen yapılarını korumak isterler ve buna meyillidirler. Böylece, yakın akrabalardaki benzerlikler, genlerin birbirlerini kollamasına sebep olmaktadır.  Halbuki medeni toplumlarda başkalarına, kendinden olmayana da yardım etmek, yeri geldiğinde yardım edene de fayda sağlayacağından ve hem ahlakî hem de toplumsal değerler açısından desteklenen bir davranıştır ve nesilden nesile aktarılır. Deprem bölgesine tüm dünya ülkelerinden gönderilen yardım, arama ve kurtarma ekipleri gibi...

Dolayısıyla ahlaki yönden bir seçim yaparken; devreye genlerimizden, duygularımıza, düşüncelerimizden, kültürümüze, gelenek ve göreneklerimizden, değerlerimize kadar birçok etmen devreye girmekte. O halde bir insanın yaptığı bir işi veya seçimi ahlaki yönden değerlendirirken bütün bu etmenleri göz önünde bulundurmak daha sağlıklı bir sonuca ulaşmamızı sağlayacaktır. Yani farklı disiplinleri, literatürleri ve bütünsel bir yaklaşımı ele alarak...  Özetle; ülkemizde, hepimizi yasa boğan bu hazin olayda, depremin bir doğal afet olduğu kadar, yıkılan binaların hangi noktalardan eksik veya hatalı yapıldığı (teknoloji, bilim, teknik, mühendislik,...vb), buna nasıl müsade edildiği (ahlaki, sosyolojik, antropolojik, hukuki,...vb), yapan müteahhitlerin bu konudaki donanımı ve yetkinlikleri (eğitim, mühendislik, mimarlık, bilim,...vb), binaların inşa edildiği toprak zeminin yapısal özellikleri ( jeoloji, fizik, deprem bilimi,...vb) gibi meseleyi birçok açıdan ele almak gerekir. Aksi takdirde doğal afet denilerek geçilir, -ki bu yaşanan bunca acıdan ders almadığımızı gösterir. Halbuki her can; bizler için çok kıymetlidir. Çünkü her can; insana emanettir.Emanete hıyanet etmemek ve sahibine o şekilde teslim etmek gerekir. Ve umuyoruz ki; artık bu acı; son acı,bu ders; son ders olsun. Milletçe, yeniden, sevgi ile, birlik ve beraberlik ile ayağa kalkalım.

Türk milletinin ve devletinin gücünü, birlik ve beraberliğini; insanlıkta, iyilikte, güzel ahlakta, bilimde, akılda, sanatta, sporda, eğitimde, başarıda, çalışkanlıkta, üretimde ve teknolojide yarışarak tüm dünyaya bir kez daha gösterelim. Ve o gün gelsin ki; biz yine tarihe güzel sözler yazalım... Güzel izler bırakalım...

Sevgiyle kalalım...

Dostça kalalım...

Kardeşçe ve insanca kalalım...