Covid-19 salgın süreci ile birlikte aile içindeki ortak zamanların artması ve birlikte geçirilen zamanı daha etkili kullanma ihtiyacı ‘sınırlar’ konusunu daha yoğun bir biçimde gündeme getirdi. İstanbul Aydın Üniversitesi (İAÜ) Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Duygu Dinçer, aile fertleri arasında duygusal temasın önüne geçmeyecek oranda sınırlar olmasının tehdit edici olmadığını aksine sistemin işleyişi açısından yapıcı, yaratıcı, yaşatıcı ve yenileyici bir işlev gördüğünü belirtti.

DR. DUYGU DİNÇER: “Nasıl ki beden fonksiyonlarının faaliyet gösterebilmesi için nefes alıp vermeye ihtiyacımız varsa ilişkilerimizin ve kişiliğimizin sağlıklı gelişebilmesi için de ilişkisel nefes almalara ihtiyacımız var. Sınırlar, bahsi geçen tüm bu yönleriyle ilişkisel nefes alma ihtiyacımızı karşılıyor.

“SINIRLAR, İLİŞKİSEL NEFES ALMALARIMIZ”

Sınır kavramı ebeveyn ve tüm diğer yetişkinlere çoğu zaman ürkütücü geliyor. Bu konuda Dr. Duygu Dinçer, “Sınır kavramı birçok kişinin zihninde yasaklayıcı, cezalandırıcı, uzaklaştırıcı, reddedici ya da kopukluk yaratıcı bir imgeyle bütünleşebiliyor ve bu nedenle korkutucu görünebiliyor.

Oysa sınırlar, ilişkiler açısından ‘4-Y’ (yapıcı, yaratıcı, yaşatıcı ve yenileyici işlevler) ile özetleyeceğimiz bir potansiyel taşıyor. Bu anlamda diyebiliriz ki; nasıl ki beden fonksiyonlarının faaliyet gösterebilmesi için nefes alıp vermeye ihtiyacımız varsa ilişkilerimizin ve kişiliğimizin sağlıklı gelişebilmesi için de ilişkisel nefes almalara ihtiyacımız var. Sınırlar, bahsi geçen tüm bu yönleriyle ilişkisel nefes alma ihtiyacımızı karşılıyor” diye konuştu.

Sınırların hem kişilik gelişiminin hem de aile fertleri arasındaki iletişimin balans ayarı olduğunu belirten Dr. Duygu Dinçer, “Kararında ayarlanmış sınırlar, kişisel ve ilişkisel iyi oluş açısından fayda sağlarken iç içe geçmiş, belirsiz sınırlar ya da kopukluğa yol açan katı sınırlar tam tersi yönde sonuçlar yaratabiliyor.

Çok iç içe geçmiş sınırlar anne-baba-çocuk ilişkisinde rol karmaşasına, özerklik kaybına, bağımlı ilişkisel örüntülerin gelişmesine yol açabiliyor. Çocuğun kendi ihtiyaçlarını fark etme ve gözetme, bu ihtiyaçları karşılamak üzere harekete geçme, kendini ifade etme, farklı yöndeki görüşlerini dile getirme ve ‘hayır’ diyebilme becerisinin altını oyabiliyor.

Bunlar ilerleyen yaşlarda da etkilerini sürdürebiliyor. Örneğin erken yaşlardan itibaren yoğun şekilde aşırı koruyucu tutuma ve iç içe geçmiş sınırlara yönelik mesajlar alan çocuklar, yetişkinliklerinde hem karar almakta hem de inisiyatif almakta zorlanabiliyor. Başkalarının yönlendirmelerine daha fazla ihtiyaç duyabiliyor ve bağımlı kişilik örüntüsü geliştirebiliyor.

Diğer uçta yer alan katı sınırlar ise anne-baba-çocuk arasında otoriteye dayalı bir hiyerarşik uçurum yaratabiliyor. Aile fertleri arasındaki duygusal mesafeyi açabiliyor ve onları birbirine ulaşamaz hale getirebiliyor. Buna bağlı olarak kişiler arası paylaşımlar ve ilişkisel esneklikler azalabiliyor. Yakınlık duygusu yara alabiliyor. Sonuç olarak sağlıklı bir kişisel ve ilişkisel gelişim ne katı ne de çok iç içe geçmiş sınırlar ile mümkün olabiliyor.

Hücre sitoplazması gibi ‘seçici geçirgen’ yapıdaki sınırlar oluşturmaya ihtiyacımız var. Yani ne tamamen reddedici ne de her şeyi kabul edici. Henüz ‘acemi sürücü’ konumunda görülseler bile çocukların da tıpkı yetişkinler gibi kendi yaşamlarının direksiyonunda kendisi olduklarını hissetmeye gereksinimi var.

Elbette yan ve arka koltukta anne ve baba gibi, yaşam sahnesinde daha tecrübeli yetişkinlerin varlığını hissettirmesi, ihtiyaca göre sufle vermesi önemli. Ama unutmamalıyız ki, o yolculuk onun kendi seyahati” dedi.