Gözümüzü kapatıp sadece son 20 yılda dünyada yaşanılanları hızlıca hatırlamaya çalıştığımızda bile ne kadar çok sel, kuraklık, çevre kirliliği, aşırı iklim olayı, salgın hastalık gibi doğrudan veya dolaylı insan eylemlerinden kaynaklı afete neden olabilen felaketler yaşadığımızı görebiliriz. Gözümüzü açtığımızda ise yakın gelecekte bu felaketlerin artarak devam edeceğini gösteren bir gerçeklik de tam olarak karşımızda durmakta. Bu nedenle herhangi bir televizyon kanalında, gazete haberinde, internet sayfasında, üniversitelerde düzenlenen bir bilimsel etkinlikte, ulusal politikaların açıklandığı bir metinde veya uluslararası organizasyonların bir kararında “afete dönüşebilecek risklerle iç içe yaşadığımız” söylemi ile karşılaşmamız kaçınılmazdır.

Bu durumda, afetlerin günümüz dünyasının en popüler sorunlarından birisi olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Aslında bu sorunların bir kısmı insanlık tarihi ile özdeşleşmiş olsa da çoğunun modernleşme adı altında son üç yüz yılda katmanlı bir şekilde artan insan eylemlerinden kaynaklandığını net bir şekilde görüyoruz. 1950’lerden sonra tartışılmaya başlayan ve 1970’lerden sonra Birleşmiş Milletler gibi üst düzey uluslararası örgütlerin de gündemine giren bu sorunların uygulanabildiğini de yine aynı netlikte görebilmek için kendimize şu soruyu soralım.

Kısacık birzaman diliminde bile bu kadar felakete sebep olan bu sorunların ne kadarını çözebildik? Aslında ilk başlarda olmasa da son zamanlarda uygulanabilir ve somut faydalar sağlayabilecek çözümler üretebilmemize rağmen bu sorunun cevabı hâlâ çok umut verici değil. Bu durum ise bizi son 50 yıldır dünyanın en popüler sorunlarından birisine bugün neden hâlâ umut verici bir şekilde cevap veremediğimizi sorgulamaya yönlendirmekte. Bu sorgulamayı yapan veya yapacak her farklı uzmanlığın kendi alanına göre farklı cevabı ya vardır ya da olacaktır.

Biz ise uzmanlık alanımız gereği bu sorgulamayı iletişim boyutuyla ele almalıyız. Ancak diğer tüm alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da bu sorgulamayı sağlıklı bir şekilde yapabilmek için temel çerçeveden kopmamamız gerekiyor. Bu temel çerçeveyi ise tarihi süreç içerisinde ciddi şekilde evrimleşerek küreselleşen risk kavramı ve insanın etkileşimi oluşturmakta. Bu nedenle öncelikle değinilen bu çerçevenin özünün değerlendirileceği kısa bir tartışma vararlı olacaktır.

RİSK VE KÜRESELLEŞMESİ

Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş risk kavramının günümüzdeki algılanma şekline evirilmesinde de belirleyici oldu. Çünkü göçebe yaşam tarzının hâkim olduğu ilk çağlardaki risk, insan etkileşiminin tarım toplumuna geçişteki değişimi Sanayi Devrimi sonrası çok daha ileri boyutlara taşındı. Bu nedenle günümüz risklerini çağımızın modernleşmesinden bağımsız göremeyiz. Daha açık ifade edecek olursak; Sanayi Devrimi sonrası başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte nüfusun ve ekonomik birikimin kısıtlı alanlar olan kentlerde yoğunlaşması, fosil temelli yakıtların aşırı tüketimi, atmosfere salınan sera gazları, yanlış arazi kullanımları, ormansızlaştırılan alanlar, atıkların neden olduğu çevre kirlilikleri ve diğer insan kaynaklı tahribatlar potansiyel tehlikeleri insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülemeyecek kadar artırdı.