Avrupa Birliği entegrasyonunda kilitlenen Avrupa, popülizm, milliyetçilik ve İslamofobi odaklı siyasetle kadük durumda. İngiltere’nin AB’den çıkması ve hala Türkiye’nin AB’nin bir parçası haline gelememesi, kadüklüğün en belirgin göstergesi.

Avrupa’nın Ortaçağ’dan çıkıp, coğrafi keşiflerle birlikte, Afrika ve Amerika’yı kasıp kavuran sömürgesi ile zenginleşmesi, günümüze kadar devam eden bir gerçekliktir. 15. yüzyıldan itibaren başlayan sömürge yarışı, sömürülen ülke kaynaklarının Avrupa’ya taşınması ile devam etti. “Avrupa bugünkü medeniyet seviyesini buna borçludur” dersek yanılmış olmayız.

Amerika Kıtası’nın keşfi ve sömürülmesi de Avrupa için önemli bir kaynaktı. Ancak, Amerika’da 13 koloninin 1776’da bağımsızlığını ilan etmesi ve ardından da İngiltere ve Fransa arasında 1815 yılında yapılan Waterloo Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasına neden oldu.

Avrupa’nın zengin burjuva sınıfı, Amerika Birleşik Devletleri’ne gelerek, yeni kıtada, yeni dünyada yerini aldı ve ABD, bir devlet olarak değil, yeni dünyayı kuracak olan ve yön verecek bir “şirket” şeklinde kuruldu.

ABD merkezli yeni dünya oluşumunu tamamlarken, öte yandan Avrupa’da çıkan iki büyük savaş, yine sömürge yarışının bir tezahürüydü. Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukları parçalayıp, ulus devlet paradigmasını var ederken, Ortadoğu’da da geleceğin enerji kaynaklarını sömürmek amacıyla, butik devletler meydana getirdi.

İkinci Dünya Savaşı ise, kaynakların kesin olarak, üç büyük Avrupa ülkesi (İngiltere, Fransa, Almanya), ABD, Rusya ve Çin tarafından nasıl paylaşılacağını belirlemişti. Üstelik sömürge yarışına, enerji kaynaklarını elde etme ve silahlanma argümanları eklendi.

Batı’da gelişmeler bu yöndeyken, ABD ve Avrupa merkezli Atlantik Aksı, dünyanın en güçlü ekonomik, siyasi ve demokratik yapısıydı. Üstelik Yaşlı Kıta Avrupa Birliği modeliyle, bölgesel entegrasyon şemsiyesi altında, ulus devletleri bir araya getiriyor ve modern ekonomi adı altında “Birlik” içinde sömürüyordu ve Batı bu yönüyle Küresel Kapitalizmi temsil ediyordu.

Rusya ve Çin’in başını çektiği ve Doğu Avrupa’nın da dahil olduğu Küresel Komünizm ise gelişmeye kapalı, silahlanmaya açık, totaliter rejimlerin egemen olduğu yönetim ve devlet modeliydi.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, 1990’larda başlayan globalleşme ve hemen ardından teknoloji, bilgisayar ve dijital çağın akıl almaz bir biçimde gelişmesi, dünyayı bir “köy” haline getirdi. Üretim ekonomisine dayanmayan, teknoloji ve dijital süreçlerin yarattığı yeni ve dev şirketler, küresel ekonominin tanımını ve içeriğini değiştirdi. Son 30 yıldaki bu değişim ve dönüşüm, yeni düzenden, yepyeni dünya düzenine geçişin başlangıcı olmak üzeredir.    

BATI İLE DOĞU ARASINDAKİ TÜRKİYE

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı ile olan ittifakı son yıllarda ciddi tartışma konusu oldu. Türkiye-Avrupa Birliği ve Türkiye-ABD ilişkileri ağır yaralar aldı. Özellikle dış politikada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haklı çıkışları ve Ortadoğu’da akan kan ve gözyaşının müsebbibi olarak Batı’yı hedef göstermesi, Batı’yı yüzleşmek istemediği durumla karşı karşıya bıraktı.

Batı medeniyetinin sömürü, kan ve gözyaşı üzerine kurulduğunu ve bununla yüzleşilmesi gerektiğini bilen Avrupa, akıl üretememektedir. Avrupa, Rönesans ile başlayan pozitivizm ve rasyonalizm mirasını, 5 asırda tüketti. Avrupa Birliği entegrasyonunda kilitlenen Avrupa, popülizm, milliyetçilik ve İslamofobi odaklı siyasetle kadük durumdadır. İngiltere’nin AB’den çıkması ve hala Türkiye’nin AB’nin bir parçası haline gelememesi, kadüklüğün en belirgin göstergesidir. Denilebilir ki Batı, bilinçaltında Haçlı Seferi zihniyetini korumaktadır. Bu yüzden de dünyanın kodlarını okumakta güçlük çekmektedir.

Avrupa, geleceğe yönelik kültür ve ekonomi geliştiremiyor, zira gelecek vizyonu belirleyecek lider sıkıntısı mevcuttur. Ayrıca Avrupa’nın alışıla gelmiş kaynak yaratma (sömürge) ekonomisi, Afrika ve Ortadoğu’da Çin’e kaymak üzeredir.

Avrupa’da işgücü potansiyeli azalmakta ve nüfus hızla yaşlanmaktadır. Sömürge döneminde, kaynaklar Avrupa’ya getirilip işleniyordu. Küresel ekonomide sömürge araçları değişti ve “yerinde sömürme” kavramı gelişti. Avrupa henüz bunun farkında değildir.

Doğuda ise Çin’in ekonomik egemenliği ve nüfus potansiyeli, Rusya’nın Sovyet dönemindeki gücüne tekrar kavuşması, enerji kaynaklarının varlığı ve askeri alandaki kuvveti ile Orta Asya’ya hakimiyeti, Çin-Rusya ittifakı, güç merkezini doğuya taşımaktadır. Diğer bir değişle, güçler dengesi, Atlantik’ten Pasifik’e kaymaktadır.

Halen askeri alanda olmasa bile, ekonomik alanda gizli bir dünya savaşı yaşandığı muhakkaktır. ABD-İngiltere daima yakın müttefik, AB ise ABD’nin Avrupa üzerindeki etkisini azaltma çabasındadır ve AB şemsiyesi altında siyasal genişleme sorunu yaşamaktadır.

Türkiye ise, 1856 Paris Antlaşması ile Avrupalı bir devlet olarak kabul edilmesinden bu yana, her zaman Batı ile derin ilişki içinde olmuştur. 2. Dünya savaşı sonrasında ise Batı müttefiki konumunu korumuş ve NATO, Avrupa Konseyi, OECD gibi pek çok Batı kurumlarına üye olmuştur.

Ancak Türkiye’nin Batı ile olan ilişkisi, Batı’nın isteklerine boyun eğmekten öteye geçememiştir. Batı, Osmanlı’dan günümüze kadar geçen sürede, yani 150 yıl boyunca, Türkiye’yi gerçek bir partner olarak görmemiş ve her istediğinin yapıldığı bir ülke olarak görmüştür.

11 Eylül sonrası yaşananlar ve Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika Müslüman ülkelerinde meydana gelen kırılmalar, değişimler, Irak ve Suriye’de yaşananlar, ABD’nin Ortadoğu’da terör örgütlerine silah vermesi, AB’nin mültecilere karşı duyarsızlığı yine AB’nin Türkiye’yi AB kapısında bekletmesi, elbette Türkiye’nin Batı’ya olan güvenini sorgular hale getirdi.

Yaşanan güven bunalımı, FETÖ’cü darbe kalkışmasında daha çok arttı. Batı’nın duyarsızlığı ve Türkiye’nin yanında yer almaması, Türkiye’nin “Batı ne kadar müttefik” sorusunu sormasına yol açtı.

Batı’nın Türkiye’ye olan bu tutumu, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına neden oldu. Nükleer santral kurulması, S400 hava savunma sistemi ve ekonomik alandaki işbirliği ve Suriye politikasında birlikte hareket etmeleri, Batı’yı rahatsız etti. Üstelik Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’ne üye olmak niyet beyanını da ortaya koydu. AB alternatifine karşı, ŞİÖ kartını gösterdi.  

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Dünya aksının Atlantik’ten Pasifik’e geçtiği böyle bir dönemde, Türkiye yolunu aramaktadır. Batı ittifakı içinde edindiği demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi birikimlerini, yeni dönemde Pasifik’de yer almak suretiyle sürdürmek istemektedir. Batı’nın hala eski alışkanlıklarını sürdürmesi ve bunun yarattığı paradoks, Batı’nın Türkiye’yi kaybetmesine neden olacaktır.

ABD ve Avrupa devlet aklı, henüz Türkiye’nin gücünü ve kadim gelenekleri olan güçlü ve köklü bir devlet olduğunun farkında değildir. Osmanlı’dan bu yana alışılagelen, Türkiye davranışlarını sergilemeye devam etmektedir.

Güç ve sermaye yarışında Batı, Doğu’nun ekonomik ve siyasi nüfus alanını yükselişini görmektedir. Dünyanın kodları değişiyor ve Çin, Rusya ve İran ile birlikte Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, yeni bir “Ekonomik Soğuk Savaş” başlatabilir. ABD’nin Çin ve Rusya’ya gümrük vergisi uygulaması, buna karşın aynı hamlelerin Çin ve Rusya’dan misilleme olarak gelmesi, Asya Borsaları’nın giderek önemini artırması, kripto para pazarının Asya’da güçlenmesi, güçler dengesinin dengesizliğini ortaya koymaktadır. Pasifik, giderek transnasyonelleşmektedir ve yeni oluşan “büyük resim”de Türkiye nerede olacaktır?