ABD’nin yeni Akdeniz politikası ve Türkiye’nin seçenekleri

Abone Ol

Temmuz 2020 başında, ABD uzun yıllardır Kıbrıs’taki iki taraf olan KKTC ve GKRY’ye uyguladığı silah ambargosu politikasını tek taraflı değiştirerek GKRY’ye silah satışına izin verdi ve GKRY Rum Milli Muhafız Ordusunu Doğu Akdeniz’de “istikrarı” sağlama gerekçesiyle askeri eğitim ve talim programına dahil ederek, savaş kapasitesini artıracağını duyurdu.

Halihazırda dünyanın en büyük toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunu olan pandemi bu hızla artarak devam ederse belki de uluslararası güvenlik sorunu da haline gelecek. Yeni tip Corona (Covid 19) salgınından sonra dünya gündemini meşgul eden ikinci en önemli uluslararası sorun “Doğu Akdeniz Sorunu” oldu. Bu kapsamda;  Doğu Blokunun çöküşü ve iki kutuplu sistemin yıkılışı ile dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD’nin, stratejik ve siyasi öneminin yanı sıra Kıbrıs adasının doğusunda zengin doğalgaz, batısında ise petrol rezervlerinin bulunması ile ekonomik önemi de çok artan bu bölgeye ilgisi çok arttı ve çoğu unsurunu henüz bilemediğimiz yeni bir proaktif stratejiyi uygulamaya koydu. Bunun en belirgin örneği, GKRY’ye silah ambargosuna son vermesi ve ordusunu askeri eğitim programına dahil etmesi oldu.

Öncelikle Doğu Akdeniz’in uluslararası ilişkiler açısından hayati önemini tarihi olayları da örnek vererek açıklayalım. Bugün dünya üzerinde en yaygın kullanılan enerji kaynakları petrol ve doğalgaz. Sanayi Devrimi’nin başladığı 1750’lerden 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem olan 1960’lara kadar yaklaşık 200 yıl boyunca dünyada enerji kaynağı olarak “kömür” kullanıldı. 1. ve 2. Dünya Savaşları kömür ve demir kaynaklarına sahip olmak için Avrupa’da çıkıp bütün dünyaya yayıldı. Avrupa’da bir daha savaş çıkmaması için (Never again war) 1950 de Hür Batı Avrupa’da dünya üzerindeki ilk devletler-üstü (Supra-National) nitelikli uluslararası daha doğrusu ulus-üstü örgüt olan AKÇT (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu) kuruldu. AKÇT’nin kuruluşundan sonra; Yüzyıl Savaşları, Otuz Yıl savaşları, Yedi Yıl Savaşları ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın çıktığı ve en yıkıcı şekilde cereyan ettiği Avrupa kıtasında bir daha savaş çıkmadı. 1960’lardan itibaren savaşlar enerji olarak çevreyi, kömüre göre daha az kirleten, daha çok enerji üreten; daha verimli ve ekonomik olan petrol yataklarının denetimini sağlamak için yapılmaya başladı. Artık dünyadaki enerji savaşları kömür yataklarını kontrol için değil; petrol ve doğalgaz rezervleri için yapılıyor. Dünyada bugün bilinen enerji rezervlerinin (petrol ve doğalgaz) yüzde 75’i (son 7-8 yıl içinde Doğu Akdeniz’de keşfedilen yataklar hariç) Orta-Doğu bölgesinde bulunuyor. Bu yüzden Orta-Doğu’da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler sürekli devam ediyor.

Soğuk Savaş döneminde iki süper güç Orta-Doğu’ya hakim olmak ve enerji kaynakları üzerinde hegemonya kurmak istiyordu. Başta ABD; Başkan D. Eisenhower’ın 5 Ocak 1957'de, kendi adıyla bilinen ünlü “Eisenhower Doktrini’ni açıklaması ve ABD Kongresi’nin de Mart 1957’de bu stratejiyi onaylayarak, ABD Başkanına bu doktrin ile Ortadoğu ülkelerine askerî ve ekonomik yardım yapılması için yetki vermesi ile ABD Orta-Doğu’ da SSCB’ye karşı büyük bir üstünlük sağladı.  Eisenhower Doktrini kapsamında yapılacak yardımların amacı; Ortadoğu'da komünizmin ve Sovyet etkisinin yayılmasını önlemekti. ABD; başta İsrail olmak üzere yönetimlerinde Kral, Emir gibi mutlak monarşik hanedanların bulunduğu Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, Ürdün, Mısır, Libya, Fas gibi Arap ülkeleri ile kurduğu açık ve gizli ittifaklarla SSCB’ni OrtaDoğu’da zayıf ve etkisiz bir konuma getirerek; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması’na göre Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarını paylaşarak bölgeye egemen olan İngiltere ve Fransa, 1956 Süveyş krizinden sonra bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunu (vakum) doldurmuş oldu. O tarihten bugüne kadar ABD’nin Ortadoğu’daki etkisi nispeten azalsa ve ABD’ye kafa tutan, çok sayıda asker ve teçhizat zayiatı ile yüz milyarlarca dolar ekonomik kayıplara neden olan karşı koymalar, gayri nizami harp ve terörist saldırılar olsa bile ABD’nin Orta-Doğu’daki hegemonyası devam ediyor.

Bölgede ABD’nin hegemonik üstünlüğüne karşılık SSCB’de Batı’nın peyki olan mutlakiyetçi kralların sultasından kurtularak sosyalist rejimler benimseyen Arap ülkeleri ile stratejik ilişkilere girerek Ortadoğu’da “Güç Dengesi”ni sağlama yoluna gitti. İlk olarak, Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah’ın 1920’de İngiltere tarafından Suriye Kralı yapılmasından kısa bir zaman sonra Fransızlar tarafından Şam’dan kovulması ve Suriye’de Fransız manda idaresi altında Ortadoğu’daki mutlak monarşilerle yönetilen,  batının uydusu ve emir eri diğer otoriter ve totaliter devletlerin aksine ilk laik ve görece demokratik devlet kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nda da Fransa’nın Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesiyle Kuzey Afrika (Mağrip) ve Levant bölgesindeki Suriye ve Lübnan (Maşrık) ülkeleri üzerinde manda kisvesi altındaki Fransız hegemonyasının zayıflamasına ve savaştan sonra da başta Güneydoğu Asya’daki Fransız Hindiçini bölgesi olmak üzere bütün Fransız kolonilerini kaybetmesine neden oldu.

Bu süreçte Suriye, 1946 tarihinde Ortadoğu’daki ilk laik ve nispeten demokratik bir devlet olarak bağımsızlığını ve tam egemenliğini kazandı. 1950-1960 döneminde İspanya-Portekiz-Hollanda-Belçika-Fransa ve İngiltere’nin, Afrika, Ortadoğu ve Asya-Pasifikteki bütün sömürgelerinin birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanıp, egemen birer devlet olarak BM’ye üye olmaları ve “Bağlantısızlık Hareketi”ni kurarak eski sömürgeci devletlere yani “Batı”ya karşı uluslararası arenada örgütlenmeleri üzerine bu yeni bağımsız ama fakir, eğitimsiz ekonomik, sosyal ve siyasi bakımdan geri kalmış ülkelerde hızla Batı karşıtlığı ve sosyalist fikirler yükselmeye ve yerleşmeye başladı. Bu Batı karşıtı ve sosyalist ideolojiden ilham alan yeni rejimler Ortadoğu’daki Arap devletlerinde BAAS Partileri bünyesinde kurumsallaştı ve iktidarları ele geçirdiler. Kelime anlamı ile yeniden diriliş anlamına gelen BAAS’ın Suriye’deki işlevi ise farklı dini, mezhebi unsurları Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve yine buna bağlı olarak seküler yani laik bir anlayış altında kaynaştırmaktı. Dolayısıyla 1950’lerden itibaren Suriye BAAS rejimi altında Ortadoğu’da Fransa ve İngiltere’nin boşalttığı batılı güçlerin yerini dolduran ABD’ye karşı SSCB’nin yanında yer aldı; 70 senedir de önce SSCB, onun yıkılması ile mirasçısı olan Rusya Federasyonunun en büyük müttefiki oldu. SSCB Ortadoğu’da Suriye dışında Mutlak Monarşilerden kurtularak BAAS ve sosyalist rejimlerle yönetilmeye başlayan diğer devletlerle de siyasi, askeri ve ekonomik işbirlikleri yaparak ABD ile Orta- Doğu’da “Güç” ve “Hegemonya” savaşına girdi. Bu ülkeler; 1952’de Batı yanlısı Kral Faruk’u devirerek işbaşına gelen BAAS yanlısı Batı karşıtı General Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı; 1958’de Osmanlı’yı arkadan vuran Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Kral Faysal’ın devrilmesiyle BAAS rejiminin işbaşına geldiği Irak; 1958’de Fransızların 1 milyon Cezayirli’yi katletmesine rağmen verdiği muazzam mücadeleyle Fransa’dan bağımsızlığını kazanarak sosyalist bir rejimle yönetilmeye başlayan Cezayir; 1969’da Batı yanlısı Kral İdris’i devirerek İslami kuralların üzerine sosyalist bir rejim kurarak ülkesini hızla kalkındıran Albay Muammer Kaddafi’nin yönetimindeki Libya ve Yaser Arafat liderliğinde İsrail’e karşı işgal altındaki topraklarını kurtarma için silahlı direnişe başlayan sosyalist FKÖ ve monarşiyle yönetilen Batı yanlısı Kuzey Yemen’le mücadele eden Sosyalist Parti ile idare edilen Güney Yemen (Yemen Demokratik Cumhuriyeti)  gelmekteydi.

Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu Bölgesinde iki süper güç olan ABD ve SSCB’nin “Güç” ve “Hegemonya” savaşı, bu iki süper gücün bölgede desteklediği gizli ve açık müttefiki olan devletler arasında “Askeri, Siyasi ve Ekonomik Rekabet”; 1948, 1956, 1967 ve 1973 te dört kez Arap- İsrail Savaşına neden oldu. Bu savaşlar da 1973 ve 1979’ da iki büyük “Petrol Krizi” ne neden olarak bütün dünya ekonomilerini çok olumsuz şekilde etkiledi.

Soğuk savaş döneminde bölgedeki iki süper gücün bu rekabeti, soğuk savaş sonrasında mahiyet değiştirerek ve bugüne kadar şiddetini artırarak sürüyor. SSCB yıkılmış ama onun mirasçısı Rusya Federasyonu, SSCB’nin Ortadoğu politikasını aynen devam ettirdi. “Brejnev Doktirini” kapsamında Macaristan, Çekoslavakya, Afganistan ve Polonya’ya askeri müdahalede bulunan SSCB’nin aynı saldırgan politikasını bugün Rusya Federasyonu; Suriye, Libya, Yemen, Kıbrıs (GKRY) gibi Ortadoğu ülkeleri ile Gürcistan ve Azerbaycan gibi Kafkasya, Ukrayna (Doğu Ukrayna ve Kırım) ile Moldovya (Trans-Dinyester) gibi Doğu Avrupa ülkelerinde de uyguluyor.

SSCB ve mirasçısı Rusya Federasyonu’nun bu saldırgan politikasına karşı ABD de bölgede askeri varlığını artırarak ve yeni müttefikler kazanarak karşı atağa geçti. 1979 yılının başında ABD ve İngiltere’nin emir subayı olan İran Şahı Rıza Pehlevi devrildi ve yerine ABD’yi en büyük şeytan olarak değerlendiren, İran’daki İngiliz ve ABD petrol şirketlerinin işlettiği dünyanın en zengin 3. petrol rezervlerini millileştirip batılı şirketleri İran’dan kovan Ayetullah Humeyni geldi.

Bu ABD için hem SSCB’nin Basra Körfezi’ne inmesine imkân sağlayacağı için stratejik; hem de dünyanın sayılı petrol ve doğalgaz kaynaklarının ABD’nin kontrolünden çıkması bakımından ekonomik bir darbe oldu. 1979 yılının sonunda ise bu kez SSCB Afganistan’ı işgal ederek Hint Okyanusu’na çıkışına vesile olarak ABD’nin stratejik çıkarlarına ağır bir darbe vurdu.

ABD ise 1978 Eylül’ünde Mısır’a büyük ekonomik ve siyasi rüşvetler vererek, SSCB’nin Ortadoğu’daki en büyük ve en güçlü müttefiki olan Mısır’la İsrail’in, ABD başkanlarının yazlık konutlarının bulunduğu Camp David kasabasında, Mısır Devlet Başkanı eski sosyalist Enver Sedat’la İsrail Başbakanı Menahem Begin’in anlaşma yapmalarını sağladı. Mısır ABD’ den nükleer santraller, o zamanki değeriyle 5 milyar dolar para ve İsrail’den de Sina yarımadasını geri aldı; karşılığında barış anlaşmasını imzalayarak diğer Arap ülkelerine ihanet ederek İsrail’le savaşa son verdi ve İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap devleti oldu. Bu SSCB için çok büyük bir stratejik yenilgi oldu. Enver Sedat’ın kendi ülkesi için fevkalade yararlı ve kazançlı olan bu başarısı diğer Arap ülkelerince hain damgası yemesine ve Arap ülkelerinin Mısır’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserek Arap ve İslam dünyasında yalnızlaştırma ve dışlama politikaları izlemelerine yol açtı; iki sene sonra da Enver Sedat bir askeri geçit töreni sırasında kendi askerlerince vurularak öldürüldü ama yerine yardımcısı tamamen ABD yanlısı Hüsnü Mübarek geldi ve Mısır hem ekonomik olarak büyük kazançlar sağladı hem çok değerli Sina yarımadasını İsrail işgalinden kurtardı hem de Batı dünyasında büyük siyasi önem ve stratejik güç kazandı. ABD de hem İsrail’ in güney sınırlarının güvenliğini, hem Süveyş kanalının kontrolünü sağladı hem de SSCB’yi Kızıldeniz ve Süveyş’ten çıkartarak bölgenin tek hakimi oldu. 1979 yılında Afganistan’ı işgal eden SSCB 10 yıl süren iç savaşta, ABD’nin desteklediği mücahitler karşısında büyük bir yenilgi alarak 1989’un Şubat’ında geri çekilmek zorunda kaldı. Süreç, aynı yılın Kasım ayında Berlin Duvarı yıkılarak, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılıp, dağılması ile sonuçlandı.

SSCB’nin Afganistan’daki yenilgisi ABD’yi Ortadoğu Bölgesinin doğu sınırının da mutlak hakimi haline getirdi. Bundan birkaç yıl sonra ABD, yıkılan SSCB’nin mirasını devralan Rusya Federasyonu’na karşı çok büyük bir zafer daha kazanarak, Rus yanlısı BAAS partisi ile yönetilen Irak’ın sosyalist devlet başkanı Saddam Hüseyin’i devirerek kendisini ve ekibini idam etti;  BAAS Partisi’nin bütün yöneticilerini de iktidardan uzaklaştırarak hapse attı. ABD, BAAS rejimi yerine, kendi kontrolünde Kuzey Irak’ta bölgesel kürt yönetimi; Orta Irak’ta Bağdat çevresinde ABD den talimat alan Sünni bir Arap yönetimi; güneyde ise Şii olmasına rağmen İran’dan ziyade ABD’ye yakın politikalar izleyen Şia bir Arap yönetimi kurarak, Irak’ın bütün petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koydu, işletmesini ABD petrol şirketlerine verdi. Böylece ABD bölgede SSCB’ye karşı hem ekonomik hem de stratejik olarak muazzam bir üstünlük sağladı.
 

Aynı şekilde 2012 Rus yanlısı Libya lideri Albay Kaddafi, ABD’nin organize ettiği bir iç savaşla devrilerek, işkenceyle öldürüldü; yerine Irak’ta olduğu gibi üçü de ABD kontrolünde olan üçlü bir yönetim işbaşına geldi. Devlet tarafından işletilen Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları da özelleştirilerek Batılı şirketlere peşkeş çekildi. Bu da ABD’nin Rusya’ya karşı Ortadoğu ve Doğu-Akdeniz’de kazandığı başka bir zafer oldu.

Son sekiz yıl içinde, Ortadoğu/Doğu Akdeniz Bölgesinde yukarda belirttiğimiz bütün bu olaylardan çok daha önemli sonuçlara neden olacak iki önemli gelişme daha oldu. Bu son iki olay Ortadoğu/Doğu-Akdeniz Bölgesi’ni dünyanın en önemli ve en tehlikeli bölgesi haline getirerek, belki de yeni tip Coronavirüs’ten (Covid 19) sonra dünyanın en büyük sorunu haline geldi. Stratejistler ve uluslararası ilişkiler uzmanları, istihbaratçılar ve askeri kurmaylara göre eğer bir 3. Dünya Savaşı çıkarsa bu savaş bu kez Avrupa kıtasında değil Ortadoğu ve Doğu Akdeniz Bölgesi’nde kömür ve demir kaynaklarının kontrolü için değil, petrol ve doğalgaz kaynaklarının kontrolü için çıkacak. Bu iki önemli uluslararası gelişme de doğrudan Türkiye’nin bekası ile ilgili konular. Eğer Türkiye gerekli proaktif stratejileri uygulamaya sokmazsa Türkiye’nin egemenliği, toprak bütünlüğü, ekonomik gelişmesi, Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği kazançlar tehlikeye girebilecek.

Bunlardan birincisi, eski eyaletimiz ve en uzun kara sınırımızın bulunduğu komşumuz Suriye’de dokuz yıl önce çıkan iç savaş. İkincisi ise; eğer çıkarlarımıza dört elle sarılmaz ve aktif bir diplomasinin eşlik edeceği etkili ve düşmanı yok edici bir askeri güç kullanımının yanı sıra başarılı bir psikolojik savaş stratejisi izlemesek milli çıkarlarımızı, milli menfaatlerimizi ve ekonomik bağımsızlığımızı doğrudan etkileyecek şekilde aleyhimize kullanılabilecek olan altı yıl önce Kıbrıs adasının doğusunda deniz yatağında keşfedilerek ABD-İsrail enerji şirketlerince işletilmeye hazır hale gelen Avrupa’nın 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabileceği hesaplanan çok zengin doğal gaz yatakları ve Kıbrıs adasının batısında yine deniz dibinde keşfedilen zengin petrol yataklarının sahipliği ve kontrolü konusu.

Suriye’deki gelişmelere baktığımızda; Devlet Başkanlığını kendisi gibi diktatör olan babası Hafız Esad’dan sanki monarşik hanedanlarla yönetilen ülkelerde olduğu gibi miras olarak devralan Beşer Esad’ın Arap Alevisi  (Nusayri) kökenli olduğu görülür. Aleviler Suriye nüfusunun sadece yüzde 12’sini oluşturmalarına rağmen 1960’lardan itibaren Suriye Ordusunu ele geçirdiler; yaptıkları askeri darbe ile de 1970’lerden itibaren Devlet Başkanlığı, hükümet üyelikleri, bürokrasi ve uyduruk-sahte seçimlerle de parlamentoda çoğunluğu elde tutarak elli yıldan fazla bir zamandır yüzde 75 sünni çoğunluğa tahakküm ve eziyet ediyorlar. Suriye’deki bu hastalıklı ve adaletsiz siyasi yapıyı ayakta tutan birkaç güç var. İşte bu Suriye’deki adaletsiz ve hukuksuz siyasal yapı iç savaşa neden oldu. Bu iç savaş Türkiye’yi beş milyon düzensiz göçmene bakmak; onlara on milyarlarca dolar kaynak tahsis etmek; güvenlik, asayiş, salgın hastalık, kültürel çatışmalar, hırsızlık, tecavüz gibi birçok iç sorunla uğraşmak zorunda bıraktığı gibi; Rusya ile de askeri uçak düşürmeye, yerel silahlı çatışmalara girmeye, karşılıklı askeri kayıplar verilmesine neden olan ve Türkiye’yi Rusya ve/veya İran’la savaşa sürükleyebilecek uluslararası sorunlara neden oluyor. Yüz yıl önce sıradan bir eyaletimiz olan Suriye; yukarıda detaylı olarak açıkladığımız gibi eski süper güç SSCB’nin devamı Rusya’nın, Ortadoğu’daki en önemli müttefiki.

Rusya Federasyonu’nun en büyük deniz üssü Suriye’deki Tartus Limanı. Rusya Suriye’deki bu deniz üssü sayesinde bütün Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i kontrol ediyor, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları üzerinde söz sahibi oluyor. Unutulmamalıdır ki bugün dünyanın coğrafi olarak en büyük toprağına sahip, en büyük nükleer gücüne sahip, süper güç olan ülkesi Rusya Federasyonu’nun ekonomisinin yüzde 90’ı petrol ve doğalgaz ihracatına dayanıyor. Bu iki enerji kaynağının fiyatlarının düşmesi zaman zaman olduğu gibi Rus ekonomisini yıkıma sokuyor. Bu yüzden Rusya Suriye’ den çıkmaz ve Doğu Akdeniz’den vazgeçemez. Rusya Suriye’deki deniz üssü Tartus Limanı dışında üç yıl önce iç savaşta emir eri Beşer Esad’ ı desteklemek için Suriye’de bir de hava üssü kurdu. Ayrıca kendi vatandaşlarına işkence ve katliam yapan ve dokuz milyon Suriyelinin Suriye’den kaçarak kötü şartlarda başka ülkelerde mülteci olarak yaşamalarına neden olduğu için BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye askeri müdahale için karar alacakken, Rusya Güvenlik konseyinde “veto” uygulayarak karar alınmasına engel oldu. Böylece Suriye’nin “yasal” ama “meşru” olmayan Esad Hükümeti bugüne kadar iktidarda kalabildi. Yüzde 12’lik diktatör Esad yönetimini laik bir yönetim sergilediği için daha muhafazakar sünnilere karşı yüzde 13 civarında nüfusa oluşturan çeşitli etnik ve mezhepsel gruplara mensup (Arap Ortodoks Hıristiyan, Katolik Hıristiyan Arap (Maronit), Ortodoks (kadim) ve Katolik Süryaniler, Ortodoks (Gregoryen) ve Katolik (Klikya Ermenileri), Ermeni cemaatı, Hıristiyan Suriyeliler de destekliyorlar. Dışarıdan ise Ortadoğu’da Suriye’deki şiiliğin bir kolu olan Arap Alevileri (Nusayri), Lübnan’daki Anayasal olarak Meclis Başkanlığı koltuğunu da elinde bulunduran Şiiler ve Emel Partisi ile Dürziler; Irak’ta da nüfusun yüzde 65’ini oluşturan ve şiilerin kutsal mekanı Kerbela’yı da elinde bulunduran Şiiler ile Bahreyn ve Yemen’ deki Şiiler ile Ortadoğu’da bir Şii Hilali kurmak isteyen İran ve yukarıda açıklanan sebeplerle Rusya destekliyor. Rusya ve İran asker, silah, ekonomik yardım, askeri eğitim yardımı, istihbarat, lojistik ve siyasi destek sağlayarak Nusayri diktatör Esad rejimini iktidarda tutmakta ve İsrail ile ABD’yi Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’de rahatsız etmeye hatta tehdit etmeye devam ediyor. Son yıllarda Çin de Suriye konusunda, İran-Rusya ittifakına katıldı, gayrimeşru Esad rejimine siyasi ve ekonomik destek vermeye başladı. Hatta BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada da Rusya ile birlikte olumsuz oy vererek veto etti.

Başka bir Ortadoğu ve Doğu Akdeniz ülkesi olan Libya’da da yakın zamanlarda ABD çıkarlarını tehdit eden gelişmeler oldu. Libya’da ABD’nin eskiden desteklediği darbeci General Hafter; Rusya ile anlaşıp Rusya’dan paralı özel askeri şirket (Wagner) ve sekiz adet en son model savaş uçağı desteği alınca; ABD’nin baştan açıktan desteklemediği fakat sonradan strateji değiştirip Türkiye ve İtalya ile birlikte desteklemeye başladığı, BM tarafından tanınan meşru “Ulusal Mutabakat Hükümeti” ve lideri Saraj Yönetimi Trablus’a sıkıştı. Libya’nın petrol yataklarının çoğu ile petrolün Avrupa’ya tankerlerle sevkedildiği limanın Rus özel askeri şirketinin eline geçmesi, ABD’yi ziyadesiyle rahatsız etti ve güçlü bir tehdit algılayarak, Doğu Akdeniz’de Rus nüfuzunu kıracak karşı stratejiler geliştirmesine yol açtı.

İşte Doğu Akdeniz’deki bu gelişmeler ABD’nin, Rusya lehine ABD aleyhine bozulan “Güç Dengesi”ni kendi lehine çevirmek için yeni askeri stratejileri uygulamaya koymasını gerektirdi. ABD’nin Yeni Doğu Akdeniz Politikası’nın en etkili stratejisi, Doğu Akdeniz’de sabit bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs’ta Rus etkisini bertaraf etmek. Kıbrıs’ın kurucu Cumhurbaşkanı Makaryos Rus sempatizanı, Bağlantısızlar blokunun lideri ve Rum Ortodoks Kilisesinin Başı yani Patrik’ti. Ayrıca Kıbrıs İngiltere’den 1960 yılında bağımsız olduktan sonra 60 yıldır en güçlü parti, Komünist Parti AKEL oldu. Her zaman seçimlerden 1. Parti olarak çıktı. Son olarak da Rus oligarkların GKRY’de 30 milyar dolar kara parası aklanıyor. ABD GKRY’ni Rusya ekseninden çıkartıp ABD rotasına sokmak için yeni strateji tespit edildi. Bu kapsamda Temmuz 2020 başında uzun yıllardır silah ambargosu uyguladığı GKRY’ne ambargoyu kaldırdı ve Rum Milli Muhafız ordusunu ABD ordusunun askeri eğitim ve talim programına dahil etti. ABD’nin bu politikası Türk iç politikasında Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum olarak algılandı. Halbuki ABD bize karşı değil Rusya’ya karşı bir hamle yaptı. ABD’nin buradaki amacı, Rus-Yunan-Sırp-Rum Ortodoks ittifakının bir parçası olan GKRY’ni Rusya’nın etkisinden uzaklaştırmak;  bu kapsamda Doğu Akdeniz için çok stratejik ve ekonomik önemi olan Rumların ekonomik kontrolündeki Kıbrıs’ın en büyük liman şehri Limasol’un (Rus etkisini ironik olarak belirtmek için Limasolgrad olarak adlandırılıyor) kontrolünü Ruslardan almak ve nihayet Kıbrıs’ın doğusunda Yahudi asıllı Amerikan firması Nobel Energy tarafından çıkarılan doğalgaz ve Kıbrıs’ın batısında keşfedilen ilerde çıkartılacak petrol rezervlerini kontrol ederek, Rusya’nın tek silahı olan petrol ve doğalgaz fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirleyerek Rusya’nın yeniden süper güç olmasını engellemek.

Ancak ABD’nin bu stratejisi Rusya’dan çok Türkiye’ye zarar verecek gibi. Zaten AB ile çok bozuk olan ilişkiler; Temmuz 2020, 2. haftasında Ankara’yı ziyaret eden AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Komiseri Borell’in de dediği gibi, Türkiye AB’nin en önemli sorunu haline geldi. 10 Temmuz’da toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi’nde de AB, Türkiye’nin Akdeniz’deki faaliyetlerinden büyük endişe duyduğu ve Fransa’nın bastırması ve ısrarı ile Türkiye’ye karşı yaptırım seçeneklerinin değerlendirileceği kararına varıldı. Fransa’nın da Türkiye’yi Akdeniz’e kıyıdaş devlet olmaktan çıkartıp Fransa’nın başkenti Paris’in banliyösü Sevr beldesinde Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması sınırlarına sıkıştırmak politikası izlediği malum. 30 yıldır PKK’ya en açık şekilde askeri ve siyasi desteği veren; GKRY’ni ve Yunanistan’ı sürekli Türkiye’ye karşı kışkırtan ve Türkiye’ye karşı Rum-Yunan ikilisine büyük askeri ve siyasi destek sağlayan;  gayrimeşru Beşer Esad rejimini Türkiye’ye karşı destekleyip-cesaretlendiren;  sözde Ermeni soykırımı söylemini uluslararası camiaya taşıyan;  Fransa’da Ermeni terör örgütü ASALA tarafından diplomatlarımızın şehit edilmesini teşvik eden ve Ermeni teröristleri cesaretlendirip, onlara silah, istihbarat ve lojistik destek sağlayan;  en son Temmuz 2020 ortasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a askeri saldırı yapmasını Rusya ile birlikte teşvik edip; Azeri General, Albay, subay, asker ve çok sayıda sivilin şehit edilmesine neden olan Fransa; kurucu üyesi olduğu AB ve NATO’yu sürekli Türkiye’nin aleyhine karar almaya zorluyor.  NATO üyesi olan Türkiye, Fransa’nın NATO içindeki manevralarını başarıyla önlemekte ama AB üyesi olmadığı için Fransa-Yunanistan ve GKRY, AB içinde şer cephesi oluşturup Türkiye’ye karşı düşmanca duygularla işbirliği yapıp sürekli AB’den milli menfaatlerimize aykırı kararlar çıkartıyorlar.

Fransa-GKRY ve Yunanistan’ın hasmahane tutumları ile AB’nin aleyhimize aldığı kararların yanı sıra; ABD’nin Doğu Akdeniz’deki bu yeni stratejisi aslında doğrudan Türkiye’yi değil Rusya Federasyonu’nu hedeflese de eğer Türkiye karşı stratejiler geliştirmezse ABD’nin bu politikası sonucu Türkiye Akdeniz’den, Ege’den, doğalgaz ve petrol kaynaklarından tamamen dışlanır ve KKTC’nin egemenliği ve bağımsızlığı da tehlikeye düşer. Bu durum ilerde bütün Anadolu’nun güvenliğini tehdit eder, Türkiye bir “Bekaa” sorunuyla yüz yüze gelir, Sevr Anlaşması’nı uygulatmak için ellerini ovuşturan dış güçler ve onların yurtiçindeki hain işbirlikçilerine gün doğar.

Bu çok tehlikeli ve sürekli kötüye giden durumu önlemek için Türk Dış Politikasında (TDP) keskin ve köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Hükümetimizin ülkemizin bekası, vatanımızın bölünmez bütünlüğü, egemenliğimiz ve ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın devamı için TDP’de bu radikal ve kökten değişiklikleri behemahal yapması gerekiyor.

TDP’de yapılması gerekli paradigma değişiklikleri:

  1. Son 7-8 yıldır diplomatik ilişkilerimizin bozuk olduğu İsrail ve Mısır’la eskiden olduğu gibi askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak ve her düzeyde ilişkileri normalleştirmek. Bilindiği gibi Mısır 6 bin yıllık tarihi ile dünyanın en eski ve köklü medeniyetlerinden biri. Süveyş kanalına sahip olması Akdeniz’ in Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna geçiş kapısının anahtarını elde tutarak büyük bir geo- stratejik konuma sahip olması; en fazla nüfusa sahip Arap-Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz ülkesi olması; Orta-Doğu’nun asker bakımdan sayıca ve silah bakımından en donanımlı güçlü bir orduya sahip olması ve tarihte Mısır’ı Fatimiler, Kölemenler, Memlüklüler ve Osmanlılar gibi Türk Devletlerinin idare etmesi ile Türkiye ile tarihi ve kültürel yakınlığa sahip olması önemli. İsrail’ e gelince, Yahudi milletinin oluşturduğu bağımsız bir devlet olarak 1948’de kurulduğunda tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke Türkiye Cumhuriyeti oldu. İsrail geçmiş yıllarda Türkiye ile çok sıcak diplomatik ve siyasi ilişkiler kurmuş ortak askeri uçak, tank üretmek, silah yedek parçalarının temini ve silah ve askeri teçhizatın tamiratı konusunda geçmişte Türkiye ve İsrail yakın işbirliği yaptı. Ayrıca İsrail başta terör örgütü PKK’nın lideri bebek katili Abdullah Öcalan’ın (Apo) Afrika’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde çok yararlı istihbarat ve lojistik destek de sağladı. Şunu da muhakkak aklımızda tutmalıyız ki Dünya finans-kapitalini Yahudiler elinde tutuyor ve bu suretle istedikleri ülke ve şirketleri destekleyip kalkındıracak; istemedikleri ülke, hükümet, STK ve şirketleri ise yok edip dünya üzerinden silebilecek ekonomik ve finansal güce sahip. Avrupa’nın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hükümetlerini, parlamentolarını, medya şirketlerini, banka-sigorta gibi finansal kurumlarını ve kamuoylarını doğrudan etkileme ve yönlendirme kapasite ve kabiliyetine sahiptir. ABD’nin ise Derin Devleti’nin Yahudilerin kontrolünde olduğunu bilmeyen yok gibi. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinin, medya şirketlerinin, bankalarının sahibi Yahudiler. Çeşitli komplo teorisyenlerinin haklarında yüzlerce kitap yazarak dünyayı idare ettiklerini iddia ettikleri Rockefeller ve Rothschild aileleri de Yahudi kökenli. En son olarak Türkiye için hayati önemi olan Doğu Akdeniz’de AB’nin 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kadar zengin doğalgaz yataklarını da işleten Yahudi Nobel Enerji firması. Türkiye Libya ile yaptığı gibi Mısır ve İsrail’le Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlanması ve Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmalarını imzalarsa; GKRY-Yunanistan ve Fransa’ nın bizi Kıbrıs ve Akdeniz’den çıkartma; petrol ve doğalgaz kaynaklarındaki haklarımızı almaktan engelleme politikaları boşa çıkacak ve bu yeni kendi enerji kaynaklarını kullanması ve satışından elde edeceği gelirlerle,  Türk ekonomisi Balkanlar-Kafkasya/Orta Asya ve Orta-Doğu’nun en güçlü ve zengin ekonomisi haline gelecek.

  1. KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Konfederasyon kurulması. Türkiye 1776’da ABD’nin 13 eski İngiliz kolonisinin dışişleri ve güvenlik konularında işbirliği yapıp içişlerinde bağımsız oldukları konfederal bir yapı oluşturup, güçlerini birleştirerek, İngilizleri yenerek Amerikan kıtasından çıkarttıkları işbirliği modelinin benzerini TC ile KKTC arasında oluşturmalıyız. Konfederasyona giren devletler; devlet unsurunun en önemli özelliği olan “egemenliklerini” kaybetmezler. Ekonomi-Maliye-Asayiş-Vatandaşlık-Mülkiyet-Ticaret-Medeni Haklar vb. bütün konularda bağımsızdırlar. Ancak ortak bir dış politika ve ortak bir savunma politikası uygulayarak dış tehditlere karşı güçlerini birleştirirler. TC ile KKTC arasındaki böyle bir işbirliği modeli ile tam bağımsız ve egemen bir devlet olmasına rağmen uluslararası arenada tanınmayan KKTC’nin Doğu-Akdeniz’deki kıta sahanlığı Türkiye’nin de kıta sahanlığı olacak; kara suları Türkiye’nin de kara suları olacak;  Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) Türkiye’nin de MEB’i olacağı için Doğu-Akdeniz bir Türk gölü haline gelecek. Ayrıca havadaki FIR hattı (Uçuş Bilgi hattı) da Türkiye’nin kontrolü altına geçeceği için KKTC ile Hatay, Mersin, Antalya, Muğla gibi illerimizin de hem güvenliği sağlanacak hem de ekonomimize büyük katkı sağlayacak.

Eğer yukarıda bahsettiğimiz bu iki önemli eksen değişikliği gerçekleştirilirse, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları uluslararası alanda tescil edilecek ve tartışma konusu olmaktan çıkacak. Türkiye’ye Sevr Anlaşması’nı dayatmak isteyen iç ve dış düşmanlarımızın bütün hain planları suya düşecek ve Türkiye Doğu Akdeniz’deki zengin hidro-karbon yataklarının en büyük ortaklarından biri olacak.

‘AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI’ KİTABI PİYASAYA ÇIKTI

Prof. Dr. Uğur Özgöker, Prof. Dr. Mesut Hakkı Çaşın ve Dr. Halil Çolak tarafından yazılan ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları’ adlı kitap Nobel Yayıncılık tarafından piyasaya sürüldü. Kitapta Avrupa’da yaşanan iki dünya savaşının Avrupa ve tüm dünya devletlerine önemli dersler öğrettiği ayrıca barış ve güvenlik içinde yaşamanın tüm dünya insanlığı için bir gereklilik olduğu vurgulanıyor. Uluslararası sistemdeki en başarılı entegrasyon örneği olarak kabul edilen Avrupa Birliği’nin (AB), kuruluşundan günümüze kadar kurumsallaşma adına önemli yol kat ettiği belirtilen ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları’ adlı kitapta, AB entegrasyonunun; ortak dışişleri, ortak güvenlik ve savunma politikalarının uygulanmasında ortak iktisadi-ticari ve sosyal politikalar alanlarında olduğu derecede başarılı olamadığına yer veriliyor. AB’de ortak güvenlik ve savunma konularında başarılı bir işbirliği ile Birliğin güçlü bir dış politika yürütebilmesi için teknolojiyle donatılmış güçlü bir orduya ihtiyaç duyulduğuna işaret edilen kitapta, “Bunun gerçekleşmemesi AB’nin zayıflamasına hatta dağılmasına neden olabilecek. Bu nedenle AB’nin geleceği; Maastricht Antlaşması’yla kabul edilen üç sütunun güçlendirilmesine, AB değerlerine sahip çıkılmasına, koordinasyon ve iş birliği içinde ortak güvenlik ve savunma politikalarının etkili bir şekilde uygulanmasına ve uluslararası operasyonların gerçekleştirilmesine yapacağı katkı ve katılımındaki başarısına bağlı” deniliyor.

{ "vars": { "account": "G-3HWH7J6WBF" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }