Bireyler, aileler, işletmeler ve devletlerin uzun yıllarca ulaşmaya çalıştıkları en temel amaç yüksek ve kalıcı, refah ve huzur ortamını tesis etmektir. Zaman içinde bazı toplumlar ve devletler bu amaca ulaşmayı başarmışlar ama dünyanın birçok ülkesinde olmakla birlikte ülkemizde de henüz kalıcı ve yüksek refah ortamı dengeli bir şekilde inşa edilememiştir. 
Asırlık görkemli çınar ağaçlarının temeli küçük bir fidandan geldiği gibi, gökdelenlerin yapımı bir tuğladan başladığı gibi toplumlarda bireyden, aileden başlayarak inşa edilirler. Birey demek aile demektir, birey demek işletme, fabrika, okul demektir, birey demek devlet demektir. Canlının en temel yapı taşı nasıl bir hücre ise toplumun temel yapı taşı da bireydir. Canlının bünyesindeki hücrelere virüs gibi zararlı unsurlar bulaştığı zaman bazen grip gibi, ebola salgını gibi önce bireyi sonra da etrafındaki bireyleri yani toplumu zehirlemeye devam eder.

TÜKETİM ARTIYOR, PEKİ ÜRETİM!
Daha müreffeh bir ortam için toplumsal refahın en temel formülü ise toplumdaki bütün bireylerin virüslere karşı anti-virüs, zehirlere karşı panzehir olabilmesinden geçmektedir. Bu ise, kalıcı ve yararlı fikirlerin, düşüncelerin üretilmesi ve eyleme dönüşmesi ile mümkün olmaktadır. Üretim demek sadece fabrikalarda kumaş, mermer üretmek demek değildir. Üretim demek yolda yürürken gereksiz yere yanan sokak lambalarının söndürülmesini sağlamak demektir; üretim demek bilfiil üretim işini gerçekleştirecek kişilere ilham kaynağı olabilmek demektir. Üreten beyinleri çoğaltmadıkça hiçbir üretim mevcut tüketim için asla yeterli olmayacaktır. Tüketim çılgınlığının tavan yaptığı günümüzde son yıllarda kalıcı üretim sistemi hayata geçirilmediği takdirde her geçen gün bilinçsiz tüketime paralel olarak işsizlik artarken refah seviyesi de kış güneşinde karın farkına varmadan eridiği gibi eriyerek, zamanla gözden kaybolmaya başlayacaktır. Ülkemizde son verilere göre önceki yıla göre yüzde 10 daha fazla tüketim mevcut, üretimde aynı şekilde en az yüzde 10 arttı mı acaba? Bunu sorgulamak lazım.

“BÜYÜK BEYİNLER FİKİRLERİ, KÜÇÜK BEYİNLER KİŞİLERİ KONUŞUR”
Keşke üretimi sadece fabrikalardan, maden ocaklarından beklemesek de birey olarak bizlerde bir fikir, bir düşünce üretebilsek daha iyi olmaz mı? Elbette olur, ancak dedikodu üretmekten, insanların arkasından konuşmaktan fikir üretmeye acaba fırsatımız var mı, bunu da düşünmek lazım. Hyman Rickover’un söylediği  “Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur” sözü sanırım bu sorunun cevabı olmakta. Maalesef pratik zekasının yüksek olduğu birçok kez kanıtlanmış milletimizin bu sahip olduğu yeteneği fikir üretmek yerine dedikodu üretmeye, hangi alan olursa olsun yapıcı değil yıkıcı muhalefet olmaya, sorun çözmeye değil sorun doğurmaya kullandığı sürece ülkemizde işsizlik gibi temel sorunlar çözüm bulmaz, refah istenen seviyeye ulaşamaz. Her geçen gün diplomalı kişi sayısı artarken; vasıflı, nitelikli kişi sayısı azalmaktadır. Önce kendi geleceğine, sonra da çevresinin geleceğine ışık olabilecek iken; derste, gizlice sanal dünyada oyun oynamaya devam eden bir nesil acaba önce kendine, sonrada çevresine kurşun sıktığının hiç mi farkında değil? Aşağıdaki hikayede olduğu gibi 5 yaşındaki çocuk bile bunun farkında iken lise, üniversite çağına gelmiş yetişkinler, her gün dedikodu kazanında çorba kaynatanlar bunun nasıl farkında olmaz, olamaz? 

YAŞAMAK VE YAŞATMAK İÇİN UYUR-GEZER OLMAKTAN ÇIKMALIYIZ
Hafta içi yoğun bir iş temposun geçirdikten sonra hafta sonu sabah kalkıp kahvaltısını yapan babaya 5 yaşındaki oğlu birlikte oyun oynamak, parka gitmek istediğini söyler. Babası küçük, sevimli yumurcağını kırmak istemez, fakat bir taraftan da güzelce evde kalıp dinlenmek ister. Babası kahvaltıdan sonra gazetesini okuyup parka gidebileceklerini söyler ama bir taraftan da başka bir çözüm bulmaya çalışır. Tam gazete bitmeden tekrar gelir sevimli yumurcak ve sorar “baba ne zaman?” diye. O sırada okuduğu gazetede bir dünya haritası vardır ve babanın aklına bir fikir gelir ve oğluna şöyle der: “Oğlum bak bu dünya haritası, şimdi bunları küçük parçalara ayırıp sana vereceğim. Sen bunları birleştirince o zaman dışarı çıkıp parka gidip birlikte oynayabiliriz” ve nasıl olsa yapamaz, evde bir güzel dinlenebilirim diye düşünür baba. Aradan kısa bir süre geçer geçmez babasının dinlendiği odaya büyük bir sevinçle gelen yumurcak “baba, bitirdim gidebiliriz artık” der. Gözleri tam uykuya dalacak iken uyanan baba hayretle sorar oğluna: “Nasıl yapabildin” diye. Ve oğlu şu ibretlik cevabı verir: “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman, bütün dünya düzeldi…” 
Nasıl ki insan bütün dünyayı değiştirebiliyorsa, buna inanmalı, yaşamalı ve yaşatmalıyız. Yaşamak ve yaşatmak için uyur-gezer olmaktan çıkmalıyız. Yıllarca sen düşünme, biz senin yerine düşünürüz; sen üretme biz senin yerine üretir sana daha ucuza veririz; yeter ki sen eyleme geçme, hareket etme! Çünkü harekette bereket vardır. Kimse de bunu istemez, istetmezler. Yıllarca “ayağını yorganına göre uzat” diye kulağımıza fısıldadılar. Ama biri çıkıp da “ayağımızı yorgana göre uzatmaktansa, yorganımızı nasıl büyütebiliriz, bunun formülü ne?” diye sormadı. Doğal olarak ortada soru olmayınca cevap arayan kimse de olmadı. Ben dünyanın en akıllı insanıyım, sadece aptallar 8 saat uyur gibi kitapların yazarı olan Erdal Demirkıran’ın da dediği gibi, “Koşan adam yürüyen adamı geçer, yürüyen adam duran adamı geçer; peki duran adam kimi geçer?” Bu soruya bazıları duran adam kimseyi geçemez derken bazı kişilerde, ki o kişiler yorganını büyütmeye çalışanlar, duran adam geriye doğru giden adamı geçer şeklinde bir cevap vereceklerdir.

GÖREVİNİ EN KÖTÜ YAPAN KİŞİ ÜLKESİNİ EN ÇOK SATAN KİŞİDİR
Bir toplumun parlak geleceği her bireyin görevini en iyi şekilde yapmasıyla mümkün olmaktadır. Eğer birey görevini en iyi şekilde yapmıyorsa, yapamıyorsa karanlık bir gelecek çokta uzak değildir. Görevini en kötü yapan kişi ise ülkesini en çok satan kişidir. Çünkü gerektiği gibi çalışmayan, üretmeyen birey vasıfsız, niteliksiz olmaya devam ettiği sürece en temel ihtiyaçları bile yurt dışından almaya mecbur kalan bir ülke, dışa bağımlılık esaretinden kurtulamayacaktır. Peki bunun sebebi ne? Görevini ihmal eden, uyuyan, uyumaya devam eden, havanda su dövmekten emekli olacak hale gelen, yakıtı dedikodu olan kazanlarda kişileri kaynatmaya devam eden bizler…
O halde irkilip kendimize gelmeli, başkalarını da kendine getirmeliyiz. Ne duran, ne de yürüyen; her daim koşan ve yorganını büyütmeye çalışan bir nesil olabilmemiz ümidiyle…