Euro’nun Dolar karşısında değer kaybetmesinin en büyük nedeninin, pandemi sürecinde AB Merkez Bankası’nın (ECB) emisyon hacmindeki artış oranının, neredeyse ABD Merkez Bankası (FED) emisyon hacmindeki artış oranı kadar olması önemli bir argüman olarak belirtilebilir. Diğer taraftan ABD Doları’nın “rezerv para” özelliğine sahip olması da bir diğer parametre olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rusya-Ukrayna krizi ile diğer taraftan enerji arzındaki tıkanıklık ve gıda tedarik zincirindeki kırılmalar, rezerv paranın dolaşım hızında yavaşlamaya neden olmasına rağmen, dünya ticaret hacminin daralması ve büyüme rakamlarının aşağı yönlü ivmelenmesi ile Dolar’ın rezerv para olarak dolaşım hızı, FED faiz oranlarına daha duyarlı olmasına imkan sağlamaktadır. Aynı dolaşım hızı Euro için söylenememektedir.

Euro Bölgesi geniş bir ekonomik entegrasyonlar ağına sahip olduğu için tam bir rezerv para özelliği taşımamaktadır. Euro Bölgesinin kendi içerisinde de ekonomik gelişmişlik farklılıklarının fazla olması Euro’nun değer kaybını arttırmaktadır. Dolar/TL veya Euro/TL ya da Euro/ Dolar paritesi dendiğinde en temel tanımıyla, ülke para birimlerinin birbirine oranını ifade etmektedir. Ülke para birimlerinin faiz oranları ve ülkelerin içinde bulundukları ekonomik koşullar söz konusu pariteleri etkileyen faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Türkiye’nin dış ticaret dengesi açısından, ihracatının büyük bir kısmının Euro cinsinden olması ve ithalatının büyük oranda ABD Doları cinsinden yapılması nedeniyle, Euro/Dolar paritesinin önemi Türkiye açısından büyük önem taşımaktadır.

Burada Euro Bölgesi’nin daralma eğilimiyle birlikte, ihracatımızın sürdürülebilirliği açısından yakın zamanda bazı olumsuzluklara dikkat çekerken, üretim sürecinde özellikle ham madde ve/ veya yarı mamul madde ihtiyacımız gelmektedir. Aynı zamanda resesyon başladığı takdirde ki son gelen PMI verileri de bu riske işaret etmekte olduğu öngörülebilir, bu ise global resesyonla birlikte varlık alımlarına tekrar yönelmesini de mümkün kılmaktadır. Örneğin Fransa veya Macaristan arasındaki enflasyon oranlarındaki farklılık gibi ya da Almanya ve İtalya arasındaki borçluluk oranları gibi ülkeden ülkeye rayoların değişkenlik göstermesi Euro Bölgesinin Dolar karşısında rezerv para olma özelliğini zayıflatmaktadır. AB Merkez Bankası’nın almış olduğu 50 baz puanlık artış, 2011 yılından bu yana ilk faiz kararı olarak takip edilirken, FED ’in bir sonraki faiz kararı sonrasında ise emtia fiyatları, endeksler, fon değerleri ve tahvil piyasalarında önemli düşüşlerle karşılaşabiliriz. Ayrıca artık sadece ABD değil AB ve hatta en son TC Merkez Bankasının politika faizini sabit tuttuğu son PPK Toplantısında yapılan açıklamalarda da küresel resesyon beklentileri ifade edilmiştir. Bu da dünya ticaretinde, uluslararası piyasalarda ve küresel büyüme rakamlarında ciddi anlamda daralma ve aşağı yönlü bir ekonomik trende işaret etmektedir.

Bu ise, büyüme ve istihdam yönlü makro dengelerden, durgunluk ve enflasyon yönlü makro dengelerin etkin olduğu resesyon ve hatta ardından stagflasyon yönlü bir sarmala doğru ivmelendiği değerlendirmesine neden olmaktadır. Paritelerdeki olası dengesizlik ve enflasyon hatta resesyon finansalkurumların finansal tablolarına zarar verebilecek ve likidite ihtiyacını doğuracaktır.

Likidite ihtiyacı faiz oranının artmasına neden olacak, faiz oranları artışı da likidite darlığını artıracak bir sarmala girecektir. Bu kısır döngünün üçüncü ve/veya dördüncü çeyrekte karşımıza çıkma olasılığı artmaktadır. Söz konusu likidite darlığı, başta ABD ve ona yakın seyreden AB merkezli olarak, neredeyse %10’lara dayanan enflasyonist ortamda, enflasyonla mücadele kapsamında emisyon miktarını da daraltacaktır. İşte tam bu noktada Japonya Merkez Bankası’nın enflasyon yaratıcı negatif faiz uygulaması ve en son toplantısında politika faizlerini sabit bırakması, durgunluk (resesyon) riski karşısında bir politika örneği olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’nin de bu yönde belirtildiği gibi, politika faizlerini sabit bırakması bu açıdan değerlendirilebilir.

Ancak ülkemizdeki enflasyonist ortamın gerek üretici, gerekse tüketici rakamları üzerindeki yapısal bozulma ile birlikte ortaya çıkması bizim açımızdan başkaca hassasiyetler ortaya koymaktadır. Ayrıca politika faizinin sabit bırakıldığı süreçte TCMB’nin ihtiyati tedbirlerle hareket etme saiki, bir taraftan büyüme, ihracat ve istihdam üzerinde olumlu etkiler oluşturacağı görüşünü ortaya koyarken, aynı zamanda finansal piyasalar, yatırımcılar ve kur üzerinde olumsuz etkisi artmaktadır. Ayrıca kullanılan enstrümanların (Kur Korumalı TL Mevduat, Gelire Endeksli Senet vb.) faizleri yanı sıra, kredi faizlerinde ve tahvil-bono faizlerinde yukarı doğru bir yön görülmektedir. Diğer taraftan cari açık, enerji maliyetleri başta olmak üzere öne çıkarken, bütçe açığı, dış borç ve Merkez Bankamızın rezerv politikası da büyük önem taşımaktadır.

Tüm dünyayla birlikte ülkemizde de derinleşen gelir dağılımındaki bozulmaya paralel, toplum nezdinde üretime yatırım yapılması, üretim süreçlerinin iyileştirilmesi veya üretim geliştirme alanlarına değil, daha çok faiz, kur artışı, emlak piyasasında rant artışları gibi konularla yoğun olarak ilgilenilmeye başlanılmaktadır. Bu davranışsal ekonomi açısından olumsuz sonuçlara neden olabilir. Sonuç itibariyle, Euro/Dolar paritesindeki değişkenliğin ihracatımızın AB odaklı olmasından kaynaklı olarak daralma ihtimalini bizim için önem taşırken, Dolara dayanan girdi maliyetleri açısında da olumsuz bir etki yaratacaktır.

İhracata dönük sanayileşme ile yeni pazarlara açılmak ve ithal ikameci üretim politikalarıyla da yarı mamul madde girdilerimizi üretmek mümkün olsa bile küresel ekonomi açısından karşılaştırmalı üstünlüklere uygun bir örgü kısa ve orta vadede tam olarak sağlanamayabilir. Bunun yerine kısa vadede yeni makro ihtiyati tedbirlerin alınarak, düzenlemelerin yapılması kadar, orta vadeli yatırım yaratıcı sürdürülebilir maliye politikaları ve uzun dönemde dinamik dengelerimize uygun bir modelin (örneğin stokastik dinamik denge modeli) maliye ve kalkınma politikalarıyla birlikte ortaya konulmasını önerilebilir.

Daha önceden de yazılarımızda değindiğimiz gibi, BİR (büyüme, inovasyon ve rekabet) ekonomik makro mekanizmanın oluşturularak, sürdürülebilir rekabet üstünlüklerine dayalı bir mikro işletme politikalarıyla da desteklenmesi gerekmektedir. Gerek ihracatımızın sadece konvansiyonel değil katma değerli sürdürülebilirliği, gerek büyüme ve istihdam rakamlarımızın sadece istatistiksel değil, kalkınmaya dayalı oluşturulabilmesi ve gerekse para piyasalarındaki dalgalanmalara dirençli bir ekonomik istikrar için Türkiye’nin yapısal sorunlarına odaklanarak, orta ve uzun vadeli planlarına gereken hassasiyetleri göstermesi önem arz etmektedir.