Kars’a yirmili yaşların başında sıcak bir yaz günü gitmiştim. Ani’de çiçeklerin arasında çekilmiş mutluluk fotoğrafımı hala saklarım. Yemyeşil bir doğanın içinde farklı kültürlerin tarihi. Arpaçay Nehri ile ayrılan sınırın ötesi… Çok etkilenmiştim. İkincisinde kış mevsiminde gittiğim Kars’a bir kez daha hayran kalıyorum…

Geçen yıl bir seyahat organizasyonu hazırlıyorduk Kars’a, kış mevsiminde gidecektik. Üstadımıza sordum: Gezinin adını ne koyalım? “Adını sen koy” dedi ve ardından doğup büyüdüğü Kars’ı anlatmaya başladı: “Kars, kışın bir başka güzel. Karda bambaşka oluyor” dedi. Gece karanlığında Rus işgalinden kalma binaların dizildiği sokaklarda dolaşırken kendinizi Dr Jivogo romanından bir paragrafın içinde buluyorsunuz.
Adı belli oldu. Karlar altında görmeden koyduğumuz adın seyahatimizi ne kadar iyi tarif ettiğini gidip görünce anladım. Roman gibi… 
Gerçekten kışın yapılan iki gece konaklamalı bir seyahatte Kars’ta gerçek dünyadan kopup bir romanın sayfalarında buluyorsunuz kendinizi. Çok renkli,  bol aksiyonlu, biraz hüzünlü bir roman. Öyle çok kahramanı var ki romanın;  Ahmet Muhtar Paşa, Namık Kemal, Kazım Karabekir Paşa, Enver Paşa, Hasan El Harakani ve adı aklıma gelmeyen pek çok değerli şahsiyet…
Ülkemizin bilinen en eski “Türkçe” isimli şehriymiş Kars. Milattan önce 130’lu yıllarda Dağıstan’dan gelerek bu bölgeye yerleşen “Karsak oymağından” almış adını. Orta Asya’da yaygın olan tilki türü ’Karsak’.
Kimler gelip geçmemiş ki bu topraklardan. Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar devam etmiş Kars’ta hayat. Urartular, Persler, Araks Krallığı, Tigran, Sasaniler, Bagratlılar, Selçuklular ve Osmanlı…
Tarih boyunca Kars, çeşitli etnik grupları ve mezhepleri barındıran renkli bir kültüre sahip olmuş. Terekemeler, yerliler, Azeriler, Türkmenler, Ermeniler, Malakanlar, Kürtler… Benim ilgimi çeken Malakanlar oldu. Daha önce hiç duymadığım çok özel bir halk Malakanlar.

SÜT VE BARIŞ SEVEN BİR HALK: MALAKANLAR
Ağırlıklı olarak Beyaz Rus olan bu halkın inanışları Ortodoks Kilisesi ve ruhban sınıfıyla örtüşmeyince 1800’lerin başında dönemin Rus Çarı I. Aleksander tarafından önce Kırım ve civarına, ardından Kafkasya ve Kars’a sürülmüşler. Kilise ile yaşadıkları sorunun yan ısıra inanışları gereği öldürmeye karşı oluşları, savaşı ve dolayısı ile askerliği kabul etmemeleri de sürgün sebeplerinden biri. 
Ortodoks kilisesi haftada iki gün süt içilmesini önerirken, bu halkın haftanın her günü her gün süt içilebileceğini savunmaları ayrı bir anlaşmazlık nedeni olmuş.
Rusçada Moloko kelimesi süt, Molokan ise süt içen anlamına geliyormuş.
1920’de Kazım Karabekir komutasında ordunun Kars’ı Rus işgalinden kurtarmasının ardından, diğer azınlıklar gibi bazı Malakan aileleri Rusya’ya geri dönse de 1962’ye kadar büyük kısmı Kars’ta varlığını sürdürmüş.
Çalışkanlıkları ve dürüstlükleri ile bilinen Malakanlar, yöre halkına değirmencilik, peynircilik ve tarımsal alanda önemli yenilikler getirirken kentteki kültürel zenginliğin oluşmasına önemli katkı sağlamışlar. Göçler sonucu ne yazık ki günümüzde bir kaç aile dışında bu halktan kimse kalmamış.

KARLAR ALTINDA KARS GİZEMLİ VE MASALSI
1877-1878 yıları arasında süren Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra kırk yıl boyunca Rus egemenliğinde kalmış Kars.  Sokakları birbirine dik kesen ızgara planlı geniş caddeler,  Baltık mimarisinin özellikleri taşıyan bazalt taşlarla inşaa edilmiş iki üç katlı binaları ile gördüğümüz Anadolu şehirlerinden çok farklı. İç mekanlarda, uzun koridorlar etrafında iç içe açılan oda ve salonlarda ‘’Peç’’ adı verilen kalorifer sistemi kullanılıyor. Binaların duvarlarının içine monte edilen borularla ısıtılıyor odalar. 
Cepheleri bordür kabartma taşlar ve sütunlar ile süslenmiş bu binalar şehre zenginlik veriyor. Abartılı değil, zevkli.
Neyse ki kentin çirkin binalarının üzerini örtüyor kar, görmemezlikten geliyorsunuz son yılların zevksiz ve kişiliksiz yapılarını…
O süslü cepheli taş binaların saçaklarından buzlar sarkıyor. Akşam güneşi vuruyor pencerelerine. Siyah taş binaların içinde beyaz tenli genç kızların bale yaptığını, piyano çaldığını hayal ediyorum. Klasik müzik ezgileri dökülüyor sokaklara…   
Sonra lapa lapa kar başlıyor. Hava kararıyor. Şehir beyaz bir sessizliğe bürünüyor.

KAZ ETİ DAMAĞIMIZDA KALDI
Sekiz odalı sıcak otelimize dönüyoruz. Kars’ta tahmin ettiğimizin aksine üşümüyoruz. Akşam yemeğinde içtiğimiz patlıcan çorbasının ve bulgur pilavı eşliğinde yediğimiz yağlı kaz etinin tadı damağımızda kalıyor.
BİRAZ DA KÜLTÜR-SANAT…
Grubumuza özel sunulan Kafkas oyunları gösterisini heyecanla izliyoruz. Son derece yetenekli gençlerden oluşan grup Türk bayrağı açarak bitiriyor gösterilerini…
Patlamış mısırlar önümüzde ‘’Deli Deli Olma’’ filmini izliyoruz sonra… Bölgenin kültürünü, geleneklerini, yaşamını anlatan olağanüstü bir film.
Tarık Akan, köyün yaşayan son Malakan ferdi Mişka rolünde. Onun ve Şerif Sezer’in oyunculuğu muhteşem, hem eğlenceli hem duygusal… Işıklar yandığında ağlamaktan kızarmış gözlerimizle kalakalıyoruz.
’’Mişka Yürekten dedem’’…  İzlerken ağlamamak elde değil…
 
BEMBEYAZ BİR DÜNYANIN İÇİNDEYİZ
Ertesi gün yöresel peynir, bal ile birlikte zengin bir kahvaltı menüsünden sonra yolculuk başlıyor.
Önce Çıldır Gölü, sonra Ani kenti var sırada…
Bembeyaz bir dünyanın içinde kayboluyoruz. Uçsuz bucaksız beyazlıktan gözlerimiz kamaşıyor Sükûnet var, huzur var, dinginlik var yollarda.
Derken beyazlığın içinde bir hareketlenme oluyor, tilkiler. Başlarını karlara sokup sokup çıkarıyorlar. Fare arıyorlar karların altında, açlar, çok açlar.
Çıldır’a doğru giden yol boyunca beyaz dünyanın içinden küçük köyler çıkıyor karşımıza. Daha önce hiç görmediğiniz renkli mezar taşları ile karşılaşıyoruz köyün sokaklarında. 
Kazlar dolaşıyor evlerin damlarında, hepsi besili, kardan memnun bir halleri var. Akşam hangi sofraların konuğu olacaklar kim bilebilir?
KAZ, TÜRKLERİN KUTSAL HAYVANI
Kazın Türkler için önemini anlatıyor üstad. Ne kurt ne başka hayvan. Türklerin kutsal hayvanı ’kaz’. Göklerde en yükseğe çıkabilen bu hayvan Gök tanrısından haber getirirmiş. Konduğu yerde su olduğu için kazlar nereye konarsa orada yaşam olurmuş. Kaz haberci, kaz kutsal…
Çıldır Gölü’nde atlı kızaklar bekliyor bizi, buzun üzerinde gölde kızaklarla tur atıyoruz.
Neredeyse bir metre buzun üzerinde yürüyoruz. Biliyoruz; yürüdüğümüz yerin altında sazanlar yüzüyor,  belli aralıklarda buzu kırıp ağlarla balık yakalıyorlar.

BEYAZ GÖLDE YÜRÜYÜŞ
Acıkıyoruz göz alabildiğine beyaz gölün üzerinde yapılan yürüyüşün ardından.
Masada buz yok, rakımıza kar koyuyoruz. Sobanın üzerinde kızarmış sıcacık pidelerimizin arasında çeçil peynirini katık yapıyoruz. Soğuktan yağlanmış sarı sazanların lezzetini tarif edemem. 
Sıcak sobanın yanında keyifli bir yemeğin ardında yola çıkıyoruz. Bu kez yolculuk Ani’ye, yıllar önce gidip, büyülendiğim antik kente…

ANİ TARİHİ KENTİ 
Bir zamanlar yedi giriş kapısı olan şehrin en önemli kapısı Aslanlı kapıdan giriyoruz kente.
Üstad dikkatimizi girdiğimiz kapının üzerindeki sembollere çekiyor. Yüzümüzü kapıya çeviriyoruz. Surların bir yanındaki burç üzerinde Selçuklu Sultanı Alparslan’ın şehri 1064 yılında feth etmesini belgeleyen dört satırlık Kufi İslami Kitabeyi görüyoruz. Ani'nin Bagratid hükümdarlarının hanedan armasını görüyoruz.
Sonra svastika işaretini, yani gamalı haçı görüp şaşırıyoruz. ‘Sonsuz döngü’’ 
Evrensel olduğu düşünülen bu sembol doğal olarak birçok medeniyet ve kültürde kullanılmış. Svastika; Hinduizm, Budizm ve Jainizm'e göre kutsal. Pek çok antik uygarlıkta görülüyormuş. Mezopotamya'da bulunan pek çok  sikkede  svastika varmış. Erken dönem Hristiyanlıkta ve Bizans İmparatorluğu'nda da svastika sembolü kullanılmış. Gamalı haç ismi ilk Bizans döneminde kullanılmaya başlanmış.  
Anadolu’ya İpek Yolu üzerinden girişte ilk konaklama merkezi olduğundan aynı zamanda bir ticaret merkezi olmuş kent ortaçağda. Bir zamanlar 100 binin üzerinde nüfusu ile bölgenin en kalabalık aynı zamanda zengin şehri olmuş.
Surlarla çevrili kentin içinde ayak basan her kültürün her inancın sembolünü görebiliyoruz. Kilise, manastır, katedral, medrese, hamam ve camiler var. 
Alparslan’ın Ani’yi feth etmesinin ardından Anadolu’da yapılan ilk camii’yi geziyoruz. Manucehr Camii. Buradan Rusların bölgeyi terk ederken bombaladıkları Arpaçay üzerindeki ipek yolu köprüsünü görüyoruz.
KARS’IN MEŞHUR ÂŞIKLARI VE DUDAKDEĞMEZ 
Güneş bulutların ardından kenti terk etmek üzere… Muhteşem bir manzaraya tanıklık ediyoruz. Akşam otelimizde yöresel yemeklerden oluşan bir ziyafet sofrası bizi bekliyor. Önce bölgeye özel bir ot çeşidi olan “evelik otu” ile pişen evelik çorbasının tadına bakıyoruz. Ardından erişteli pilav ve hangel adı verilen etsiz ve karamelize soğanlı mantı geliyor.Kars’a özel olan Piti yemeği ile devam ediyoruz. Zerdeçal, koyun eti ile pişmiş nohuttan oluşan yemeğin özelliği emaye bardaklarda servis yapılması.
Tabağımıza ince pideleri küçük küçük doğruyor üzerine bardaktaki pitiyi boşaltıyoruz. Tatlı aracımızın şoförünün hanımının ellerinden, ev yapımı şerbetli burma tatlısı.  Çaylarımızı yudumlarken bir televizyon reklamından aşina yüzleri ile Kars’ın meşhur âşıkları grubumuz için otelimize geliyor. Kars’ta soğuk kış akşamlarının bir parçasıymış, saz âşıklarının bol atışmalı, çekişmeli, dudakdeğmezli eğlenceleri. Bu kez bizlere sazlı sözlü atışmaları ile çok keyifli bir gece yaşatıyor âşıklarımız.
Başımı yastığa koymamla uyumam bir oluyor.
SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİNİN YÜREK BURKAN HİKAYELERİ
Ertesi sabah Sarıkamış’a doğru yola çıkıyoruz. I. Dünya Savaşı sırasında Allahuekber Dağları’nda savaşarak ve donarak ölen askerlerimiz anısına yapılan Sarıkamış Şehitliği’ni ziyaret ediyoruz. Doğum tarihi ve ölüm tarihlerini okuduğumuzda içimiz daha da acıyor. Çocuk yaşta vatan uğruna şehit olan fidanlar… Ülkemizin gerçek kahramanları.
Cemal Süreyya’nın dizeleri dolanıyor dilime…
Öyle güzel ki ölürüm artık
Beyaz uykusuz uzakta
Kars çocukların da Kars’ı
Ölüleri yağan karda
Donmuş gözlerimin arası
KATHERINA’NIN AV KÖŞKÜ
Sarıkamış’a devam ediyoruz ve ‘’ Katherina’nın Av Köşkü’’ olarak adlandırılan, 1896 yılında Rus Çarı II. Nikola tarafından komutanlık binası olarak yaptırılmış binanın uzaktan da olsa fotoğrafını çekiyoruz. Köşkün özelliği; fırınlanmış çam ağaçlarının köşelerinin çentilerek tek bir çivi bile kullanılmadan tamamıyla ahşap malzeme ile yapılmış olması.
Bu çok özel ve bölgenin en güzel binasının şu anki hali ne yazık ki içler acısı. Böyle bir değere hiçbir kamu kurumunun sahip çıkmaması, zamanın yıpratıcı etkisine terk edilmesi anlaşılır gibi değil.
Sarıkamış’a adını veren göğe yükselen sarı gövdeli çam ağaçlarının arasında telesiyejle tepeye çıkıyoruz. Yukarıda sucuk ekmek ve sıcak şarap bizi bekliyor. Kayak yapanları izlerlen, temiz havayı bir kez daha ciğerlerimize çekiyoruz…

Kendine özgün bir mimarisiyle dikkat çekiyor
93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusların Kars vilayetindeki 40 yıl devam eden işgali sırasında Askeri Garnizon (OBLAST) şehri ilan edilen vilayette, il merkezinde olduğu gibi Sarıkamış ilçesinde de yeni imar çalışmaları başlatmışlardır. Halk arasında Katherina köşkü olarak bilinen av köşkü, Sarıkamış'taki diğer binaların aksine oldukça özgün bir mimari ile yapılmış.

VE ARTIK DÖNÜŞ VAKTİ…
Öğleden sonra THY 14.00 uçağına biniyoruz.
Rus Roman’ının son yaprağını da çevirip, kitabı kapatıyor, ön koltuğun cebine bırakıyoruz. Gözlerimizi yumuyoruz. Huzurlu beyaz bir uykudan, trafik ve gürültülü şehir yaşamına uyanıyoruz.